29 Nisan 2014 Salı

Sen Bilme Diye

Sabahları hala soğuk oluyor Ankara
Bil diye söylüyorum.

Mayıs’ın geldiğine bakma sen
Sabah ezanı hala kışın okunuyor.
Bil diye dinliyorum
Ben uyuyamıyorum da, bi’ mesele var

Bi’ de sen varsın pek muteber
Neden muteber olduğunu sorma
Sabah ezanı dinletiyorsun işte bana.
Bil diye söylüyorum
Uyku girmiyor gözüme.

Hem öyle sebep değilsin
Göz altlarımdaki morluklara.
Kronik onlar
Normal insan gözleri değil benimkiler
Ama seninkiler normal

Bilesin diye yazmıyorum
Sabahları çok soğuk oluyor
Üstelik pencerem açık,
Sigaram bitmiş,
Seni düşünüyorum

Aslında pek bi’ cürmüm de yok sana karşı
Ama kafama takılıyorsun işte
Sen bil diye değil
Öylesine yazıyorum bunları
Uyku girmedi gözüme de

Ufak bi' meselem vardı.


Niyazi Karabulut

16 Nisan 2014 Çarşamba

Uykuda

Rotasız bir gemideyiz sevgilim
Yolumuz uzun
Yolumuz yoksun
Sen
Hep asık çehreli kuşlara aldanıyorsun
Hep uykuda
Hem uyanık

Bazen
Şairlerin göremeyeceği şeyleri görür kadın gözlerin
Lakin
Anlatılabilecek tüm masallar anlatılmış
Söylenebilecek tüm şarkılar söylenmiş
Şarkılar uykuda
Masallar harap

Tüm şiirler okunmuş okunabilecek
Şiirler tahrip edilmiş
Şairler bitap

Şimdi sen uyuyorsun ya sevgilim
Kozalarını terkediyor bütün kelebekler
Sönmüş ateşlerin
Örselenmiş küllerinde
Gece harap
Gece tahrip
Aşk sözleri hep uykuda
Hem uyanık

Bazen
Yoksunluğundan utanıp
Kendi duygularına tercüman olamıyorsun sevgilim.
Umutla beklediğin tüm tarihler geçip gitmiş
Biletler yanmış
Takvimler dağılmış
Ucundan tuttuğumuz her ip kopmuş
Tel tel olmuş
Rotasız bir gemide
Kaybolup kaybolup kayboluyoruz

Şiirler okunmuş
Şarkılar söylenmiş
Şairler hep uykuda
Hem kıyamet
Masallar anlatılmış
Gemiler batmış
Sen hep uykuda
Hem uyanık
Hep güzelsin.

Niyazi Karabulut

Suç ve Ceza


İnsanlar ikiye ayrılır: Dostoyevski okuyanlar ve okumayanlar

Okuyanlar da ikiye ayrılır: Dostoyevski’yi anlayanlar ve anlamayanlar

Ve tabii ki anlamayanlar çoğunluktadır. Ben de onlardan biriyim zira. Anladığımı düşünsem bile, illa ki anlamadığım bir şey olmuştur diyedüşünüyorum eserlerindeki derinliğe şahit oldukça. Neyse gelelim Suç ve Ceza’ya.

Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı üzerine dünya üzerinde belki de milyonlarca yazı yazılmış, milyonlarca övgü yapılmış, milyonlarca eleştiri yapılmıştır. Tartışmasız dünya edebiyatının en büyüklerindendir Dostoyevski ve Suç ve Ceza da şüphesiz dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük en değerli eserlerindendir. Raskolnikov karakteri üzerine bile romanlar, tezler, ansiklopediler yazılmıştır. Bu roman hakkında yalnızca okurken düşündüklerimi hissettiklerimi yazabilriim, zira Suç ve Ceza’yı eleştirmek, Dostoyevski’yi yargılamak için gereken birikmişlik, entellektüel birikim, okumuşluk herkeste yoktur. Yalnızca hikayeyi takip ederek, kurguya kapılarak, akış içeresinde okunması gereken bir kitap değildir Suç ve Ceza, inanılmaz bir derinliği, ulaşılamaz bir dağarcığı vardır bu romanın.

Ana karakterimiz Raskolnikov dönemine göre çok derin bir adamdır. Belki bizim dönemimize göre de çok derin bir kahramandır hatta. Psikolojik incelemesini yapmaya kalksak sayfalar yetmez. Ama hikayenin içerisinde kendi üzerine alındığı gibi egoist, fakir ve manasızca davranan bir adam olmadığı kesindir. Tanrıya inanmaması ve toplumsal normlara karşı durması ile birlikte yaşamaktan ve yaşamdan da genel olarak nefret eden biridir. Paraya değer vermemesi en çarpıcı özelliklerinden birisidir. Fakir ama paraya değer vermeyen karakterler aslında edebiyatta ve sinemada fazlaca kullanılmıştır fakat Raskolnikov başka türlü bir adam, onun değer tanımı da farklı aslında, okumayan anlayamaz. Raskolnikov’un idealizmi bizlere de bir idealist bakış açısı kazandırır, alkin bu idealizmi ne kadar kazanacağımız Raskolnikov’un ruh haline ne kadar büründüğümüzle alakalı değidlri, hatta belki ne kadar zıt düştüğümüzle bile alakalı olabilir. Hem iyi hem kötü yanlarıyla bakabilmemiz gerekn bir kahraman Raskolnikov. İyi yanları her zaman daha ağır basacaktır elbette, ama bu kötü yanlarını da görmemizi engellememeli.

Hikayenin içeriğine gelecek olursak, Raskolnikov’un ruh haliyle şekillenen ve psikolojik derinliğiyle anlam kazanan hikaye Raskolnikov’un yaşam mücadelesini, yapmak istediklerini, hayatının şekillenmesini ve iç hesaplaşmalarını içeriyor. Ailevi meselelerdeki tutumuyla, arkadaşlık ilişkilerindeki umarsızlığıyla ve karar mekanizmasında yaşadığı çıkmazlarla hikayeyi oradan oraya çeken de her zaman Raskolnikov oluyor.

Raskolnikov’un iç hesaplaşmaları yavaş yavaş okunması gereken bu kitabın bitmesinin ardından hepimize bir şeyler katacak, düşünce ve duygu evrenimizi genişletecektir. Hayatın içinde olan acı ve sıradışılığın okuyucuya yansıtılması için yaratılmış en mükemmel kahramandır Raskolnikov. Dostoyevski’nin önünde saygıyla eğilmek için bir sürü nedene sahip oluypruz kitabı okuduktan sonra. Bize kazandırdıkları içinse bir de bir iç hesaplaşma içerisine sürükleniyoruz. Dünya edebiyatının bu kült kitabını derinlemesine okumak gerekiyor. İnce dokuyup sık elemek, herşeyi anlaya çalışmak gerekiyor. Belki her ne kadar anlayarak okusanız da benim gibi bir şeyler kaçırmış, anlamamış olabileceğinizi düşünmek de aslında kitabın bize katabileceklerinin ne kadar fazla olabileceğini gösteriyor

Bir kez daha Dosto’nun önünde saygıyla eğilerek...

Her şey insanın içinde yaşadığı ortama, şartlara bağlıdır. Her şeyi belirleyen çevredir, insansa bir hiçtir.

"Bence, gerçekten büyük insanlar, dünyada büyük acılar çekmek zorundadır."

İktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir.


Başarısızlığa uğradı mı, her şey aptalcadır.

15 Nisan 2014 Salı

Gizliajans


Gizliajans Alper Canıgüz’ün Oğullar ve Rencide Ruhlar’dan 4 yıl sonra çıkardığı kitabı. Absürd olaylar, abartı mizah, çarpıcı kurgu, mizahi anlatım, sürükleyicilik, sadelik ve sıradışı kahramanlar yani klasik Alper Canıgüz. İsminden de anlayacağımız üzere gizli bir ajansın odakta olduğu bir hikaye kurgulamış yazar fakat tek odak bu ajans değil. Hikayenin odağında birçok sıradışı kahraman ve sıradışı olay var. Başkahraman Musa bu gizliajansta çalışıyor ve şirketin sahibi “şeytan” isimli bir kedi. Önceki cümledeki absürtlük bile romanın içeriği hakkında bilgi vermek için yeterli. Fakat roman sürekli değişen olaylarla kurgulanıyor ve sürekli bizi başka olayların içerisine sokuyor. Musa’nın Sanem’e olan aşkı da kitabın bir diğer boyutu mesela, bu aşkı işleme biçimi de gayet başarılı Canıgüz’ün.

Okurken sürekli neler oluyor, nasıl yani gibi sorular soruyoruz kendi içimizde. Kitap bitene değin kafamızda sürekli soru işaretleri dolaşıyor ve kitap bittiğinde de kitabı bitirişine bir saygı duyarak, bir buruklukla elimizden bırakıyoruz Gizliajans’ı.
Bana göre Alper Canıgüz bu kitapla birlikte gelecek vaat eden yazar tanımlamasından kurtulmuş ve artık kült yazarlarımızdan biri haline gelmiştir. Artık kendi tarzını oluşturmuş ve okuyucunun beklentilerini karşılamakla birlikte onların karşısına her zaman farklı farklı biçimlerde çıkarak ve onları şaşırtmayı başararak edebiyatını ortaya koymuştur.

Okunası bir Alper Canıgüz klasiğidir Gizliajans. İnsana okuma zevki bahşeder.
Altını çizmeden geçemediklerim :

 “Borges ile Kemalettin Tuğcu'nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta bundan daha korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da yanılmışım."


“en güzel söz, tam zamanında söylenmeyen değil midir?

14 Nisan 2014 Pazartesi

Masumiyet Müzesi


Türk edebiyatının son zamanlarda yetişen süphesiz en büyük ustası Orhan Pamuk. Nobel ödüllü usta romancımızın romanlarını okuduğumuzda bu ödülü gerçekten hak ederek aldığını anlamamız zor olmuyor. Masumiyet Müzesi artık kendini kanıtlamış olduğu bir dönemde çıkarttığı ve kendi tarzına ve üslübuna aslında çok da yakın olmayan bir kitap. Daha önce yazdığı kitaplarla kıyasladığımızda anlaşılması en kolay, hikayesi en akıcı ve anlatımı en yalın olan kitabı da diyebiliriz bence. 2001 yılında yayımladığı Kar kitabından sonra uzun bir süre roman yayımlamayan Pamuk’un üzerinde 10 yıl çalışarak gerçek bir şaheser yarattığı eseridir Masumiyet Müzesi. Siyasal, ideolojik, sosyal, kültürel ve entellektüel birikimini böylesine yalın bir eserde bile  bize yansıtıyor Orhan Pamuk.

Kurgusu çok sağlam örülmüş Masumiyet müzesinin, gerçekçiliği ve gerçekliği bizleri kitabın içinde yaşatıyor adeta. 1970li yıllarda başlayan kitapta ilk önce 1970lerin İstanbul’una gidiyoruz, şimdiki İstanbul’la arasındaki farkları bir bir görerek neredeyse hikayenin geçtiği tüm sokakları ezberliyoruz. Gitsek kaybolmayacağımız bir şekilde sokak sokak, nokta nokta hikayenin içindeyiz ve gözümüzde canlandırdığımız yerler gidip göreceklerimiz ile aynı durumdalar. Ayrıca kesin tarihler vererek aktardığı hikayelerden, o günlerde yaşanan olayların hangi tarih hangi saatte yaşandıklarını öğreniyoruz, yanlış bildiklerimiz düzeliyor, bazen böyle bir şeyin kesin tarihi ve saati nasıl bilinebilir diyerek şaşırıyoruz.

“Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum.” cümlesiyle çarpıcı bir giriş yapıyor Orhan Pamuk kitaba ve ilk cümleden bizi kitaba bağlamış oluyor. Ayrıca bu ilk cümleyi unutmak da bir o kadar zor, üzerinden yıllar geçse de unutulmayacak bir cümle olarak zihnimize kazınıyor. 1975 yılında başlayan hikaye 2000li yıllara kadar uzanıyor. Az önce de belirttiğim gibi 1970li yıllara geri dönüş yapılarak giriş cümlesi ile başlıyor eser ve başkahramanımız tekstil zengini Kemal Bey. Kemal’in Füsun’a olan aşkı çevresinde ilerliyor hikaye. Yalnız Kemal’in Füsun’a olan aşkı(yasak aşkı)bizim bildiğimiz aşk anlamının çok ötesinde bir aşk. Bizim şu an kullandığımız aşk kelimesinin anlamını havada bırakan bir değeri var bu aşkın. Bir yanıyla Yeşilcam sinemasında kullanılan temalara da benzeyen, hatta Yeşilçam’da filmi çekilmiş olsa hiç de abes kaçmayacak olan hikaye, bence bir yeşilçam senaryosunun çok ötesinde. Zira kullanılan ayrıntılar ve işlenilen hikayenin derinliği bizi kitbı okurken sığ kalmaktan uzakta tutuyor sürekli.

Kitabın başında sevgilisi Sibel ile iyi bir ilişkisi olan tekstil zengini Kemal olarak tanıdığımız baş kahramanımızın Füsun ile karşılaşması romanın akışını başlatıyor. Sürekli Füsun’a yakın olma çabaları, evine misafir olarak gitmesi ve her seferinde gizlice onun dokunduğu bir eşyayı çalması aşkının en basit göstergeleri olarak çıkıyor karşımıza. Kitabın başlarında Merhamet Apartmanındaki dairede Kemal ile Füsun’un yaşadıkları belki de okurken Kemal için en çok mutlu olduğumuz zamanlar oluyor. Zira daha sonra Merhamet Apartmanı Kemal için yalnızlığı ve Füsun’a olan aşkı ile büyüyen koskoca bir tar,h haline geliyor, bir müze haline geliyor.Kahramanımız öyle bir aşk yaşıyor ki sevdiği kadının eşyalarını ve onu hatırlatan eşyaları biriktiriyor, hatta onun dokunduğu bütün eşyaları biriktirip saklayarak o eşyalarla birlikte yaşamak istiyor. Masumiyet Müzesi de buradan geliyor. Masumiyet Müzesi tamamiyle Füsun’un dokunduğu eşyalardan oluşuyor, öyle ki Füsun’un içtiği tamı tamına 4213 sigaranın izmariti müzede bulunuyor. Lakin elbette Füsun’dan yoksun. Hikayenin içeriğine daha fazla girmemek daha iyi olacak, zaten hikayenin karmaşası içinde benim buraya yazdıklarım o kadar sığ kalıyor ki...

28 Nisan 2012 tarihinde de hikayenin geçtiği Çukurcuma’da Kemal’in Füsun’un eşyalarını sakladığı yerde Masumiyet Müzesinin açılışı yapılarak müze gerçek hayata geçirilmiştir. Zira kitap içerisinde müzenin lokasyonunu gösteren bir harita ve müzeye girişlerde kullanılacak olan giriş biletini kapsıyordu. Kitabı okuduktan sonra hiç gitmemiş oraları görmemiş olsanız bile gözünüz kapalı gidip bulabileceğiniz bir yer olacak Masumiyet Müzesi.

Orhan Pamuk’un katı edebi ve betimleyici anlatım biçiminin, entellektüelitesini sonuna kadar kullandığı ve bazen okuyucunun anlamakta zorluk çektiği roman klasiğinin uzağında, okuyucuya hitap eden, okuyucunun içine yerleşen, belki aşkı belki de tutkuyu anlatan bu romanı okumak eminim herkese bir şeyler katacaktır. Diğer kitaplarını okumak için sabırlı bir okuyucu olmayı gerektiren Orhan Pamuk, bu kez sürükleyiciliği ile çıkıyor karşımıza.

En sevdiğim kısımlar


"Sonu mutlu biten bütün aşk hikayeleri,birkaç cümleden fazlasını hak etmez zaten!"
        












10 Nisan 2014 Perşembe

Güneş Vakti

Vaktimiz geldi sevgilim
Gece güneşe uzandı
Haydi söyle
Kim getirdi seni buraya

Anlat
Gece yarısı size ağlatılanları
Bir bir bana da ağlat

Durma, konuş
Bizi kim böyle esir etti
Bu gözlerindeki endişeyi anlamıyorum
Bu telaşın kime?

Saatimiz geldi bak
Haydi söyle

Sen mi doğurdun bu güneşi böyle.

Niyazi Karabulut

7 Nisan 2014 Pazartesi

Nisan Ayazı

Bekle,
Sandığın gibi değil hiç bir şey
Biz böyle arada arkadaşlarla
Çarpık kentlileşiriz.
Yahut nisan aylarında
Gece ayazına yorgun düşeriz.

Dur sevgilim,
Göründüğü gibi değildir hiç bir şehir
Biz Ankara’da böyle arada
Ayaza kesiliriz yaz aylarında
Yahut
Bahar aylarında, ne farkeder.

Bekle gözüm,
Öyle kapını her çalana açma
Rüzgar girer, üşürsün.
Ben seni bilirim
Yağmurdan korkarsın
Saçak altlarına üşüşürsün.

Bekle iki gözüm,
Sakın ha pencereni açma
Rüzgar girer koynuna
Kuşlara kıyamazsın bilirim
Konarlar pervazına

Dur
Gitme

Bir iki güne geldim geleceğim...