Halikarnas Balıkçısı’nın “Merhaba Akdeniz” eserinde bir
figüran olduğunu hissederek Bodrum’a gözlerini açtı. Etrafında geniş açılı bir
bakış gezdirdi lakin nerede yahut hangi ülkede olduğunu anlayamadı. Yanından
geçen neredeyse herkes farklı bir dilde konuşuyordu. Yüz bin nüfuslu bir
şehirde yirmiden fazla dil konuşuluyordu ve kumsallar çıplaklığını unutmuş
yüzlerce dostâne insanla doluydu, elbette burası Bodrum olmalıydı. Bunu anlamak
için daha önce buraya gelmiş, burada bulunmuş olmak gerekmiyordu. O anda bir
yerlerden MFÖ’nün Bodrum Bodrum şarkısı çalmaya başladı, hafif bir meltem
esintisi yaladı elmacık kemiklerini, herhalde bir insan daha fazla huzurla dolamazdı.
Heredot’un neden tarih bilimini burada başlattığını şimdi daha iyi anlıyordu.
Denizin içerisinde saklanan antik bir kale vardı, onu merak
ediyordu Klamendo, lakin etrafındaki kimse merak etmiyor gibiydi. Turistler
denizin ve Bodrum’un ihtişamlı uyumunun tadını çıkarmaya çalışırlarken bölgede
yaşayan insanlar da turistleri ve götürecekleri üzerinden bir pay almaya
çalışıyorlardı daima. Klamendo’nun yanından geçen bir turist rehberi memleketin
gidişatını eleştirip hükümete küfür ederek Bodrum’u tanıtıyordu. Çünkü Bodrum
herkese örnek olmalıydı, Bir Osmanlı camisinin bahçesinde kuşlara darı atabilir
yahut St.Peter Kilisesinin yanında farklı farklı diller konuşan bir dolu
insanla birlikte büyülenebilirdiniz. Hoşgörülü ve barışçıl olmanın bir sembolüydü
Bodrum.
Güneşin kavuruculuğunun altındaki plajlara doğru ilerledi
Klamendo. Birbirini tanımamasına rağmen aynı plajda büyük bir aile gibi tüm
çıplaklığıyla eğlenen insanların arasına karıştı. Olabildiğince derin bir soluk
alarak etrafında hissettiği huzur verici havayı ciğerlerine depoladı. Denize
girmesine birkaç adım kala üzerinde hafif bir rüzgarla uçuşan tümü eflatun
elbisesini tek hamlede çıkardı. Su altında kalmış onlarca tarihin arasında
gezinen bir deniz kızıyla yatağını paylaştı ve güneş ışıklarının kırık
çizgileri arasında derin bir uykuya daldı.