23 Mart 2014 Pazar

Klamendo 5 - Akdeniz Hikayeleri

Halikarnas Balıkçısı’nın “Merhaba Akdeniz” eserinde bir figüran olduğunu hissederek Bodrum’a gözlerini açtı. Etrafında geniş açılı bir bakış gezdirdi lakin nerede yahut hangi ülkede olduğunu anlayamadı. Yanından geçen neredeyse herkes farklı bir dilde konuşuyordu. Yüz bin nüfuslu bir şehirde yirmiden fazla dil konuşuluyordu ve kumsallar çıplaklığını unutmuş yüzlerce dostâne insanla doluydu, elbette burası Bodrum olmalıydı. Bunu anlamak için daha önce buraya gelmiş, burada bulunmuş olmak gerekmiyordu. O anda bir yerlerden MFÖ’nün Bodrum Bodrum şarkısı çalmaya başladı, hafif bir meltem esintisi yaladı elmacık kemiklerini, herhalde bir insan daha fazla huzurla dolamazdı. Heredot’un neden tarih bilimini burada başlattığını şimdi daha iyi anlıyordu.

Denizin içerisinde saklanan antik bir kale vardı, onu merak ediyordu Klamendo, lakin etrafındaki kimse merak etmiyor gibiydi. Turistler denizin ve Bodrum’un ihtişamlı uyumunun tadını çıkarmaya çalışırlarken bölgede yaşayan insanlar da turistleri ve götürecekleri üzerinden bir pay almaya çalışıyorlardı daima. Klamendo’nun yanından geçen bir turist rehberi memleketin gidişatını eleştirip hükümete küfür ederek Bodrum’u tanıtıyordu. Çünkü Bodrum herkese örnek olmalıydı, Bir Osmanlı camisinin bahçesinde kuşlara darı atabilir yahut St.Peter Kilisesinin yanında farklı farklı diller konuşan bir dolu insanla birlikte büyülenebilirdiniz. Hoşgörülü ve barışçıl olmanın bir sembolüydü Bodrum.

Güneşin kavuruculuğunun altındaki plajlara doğru ilerledi Klamendo. Birbirini tanımamasına rağmen aynı plajda büyük bir aile gibi tüm çıplaklığıyla eğlenen insanların arasına karıştı. Olabildiğince derin bir soluk alarak etrafında hissettiği huzur verici havayı ciğerlerine depoladı. Denize girmesine birkaç adım kala üzerinde hafif bir rüzgarla uçuşan tümü eflatun elbisesini tek hamlede çıkardı. Su altında kalmış onlarca tarihin arasında gezinen bir deniz kızıyla yatağını paylaştı ve güneş ışıklarının kırık çizgileri arasında derin bir uykuya daldı.

19 Mart 2014 Çarşamba

Kuyucaklı Yusuf

Kuyucaklı Yusuf Sabahattin Ali’nin 1937 yılında yazdığı ilk romanıdır. Bu romanda anadolu insanına ve anadolu insanının yaşantısına eğiliyor Sabahattin Ali. 1985 yılında Feyzi Tuna tarafından sinemaya da aktarılan eser okuyucu tarafından çok benimsenmediği gibi sinemada da çok etkili olamamıştır. Aslına bakılırsa tam da bir Türk filmi havasında bir hikayeye sahip olmasına rağmen filminin iş yapmamasını ve başarılı olmamasını sinemamızın eksikliğine vermek istiyorum. Zira bir Türk filmi için bulunamayacak bir senaryo niteliğine büründürülebilir bu kitap.

Velhasıl, kurgusu ve akışı açısından çok fazla eksiklikler olan Kuyucaklı Yusuf, sosyalist gerçekçi akımın türkiyedeki sayılı başarılı örneklerinden olması yönüyle karakterler ve karakterlerin iç dünyası açısından başarılı bir kitap. Hikayesinin okuyucuyu bağlaması çok kolay oluyor fakat kurgudaki ve akıştaki eksiklikler de okuyucuyu bazı kopuşlara sürükleyebiliyor. Tasvirlerin çok fazla kullanılması okuyucuyu yoruyor fakat tasvirlerin anlattığı ve açıkladığı durumlar esere ayrı bir derinlik katıyor. Yarım kalan ve neticesi belli olmayan kısımlar Sabahattin Ali’nin öldürülmesiyle mi alakalı yoksa ilk romanındaki acemiliğinden dolayı eksik bıraktığı şeyler mi onu biz de bilemiyoruz.

Anadolu insanı, anadolu yaşamı, yabancılaşma gibi kavramları işlemesiyle gerçek manada başarı yakalamış olması gereken eserin geçmişte ve zamanımızda okunurluğunun düşük olması da üzücü bir durum. Batılılaşma ve batı odaklı eserlerin baskın olduğu bir edebi dönemde batılılaşma teması yerine var olan sorunların gösterilmesi ve üzerine gidilmesi üzerine yoğunlaşmış bir eser ortaya çıkarmak da takdir edilesi bir durum yazar açısından.

Hikayeye gelecek olursak Aydın Nazilli yakınlarında Kuyucak isimli bir köyde başlayan hikayenin baş kahramanı hepimizin bildiği gibi Yusuf. Kaymakan Selahattin Bey ve karısı Şahinde hanımın Yusuf’u evlatlık edinmeleri ve ardından gelişen olayların konu edildiği eserde diğer önemli karakterler Yusuf’un yakın arkadaşı Ali ve Üvey kız kardeşi Muazzez. Bir de Şakir var tabi, her ne kadar çok iyi yaratılmış bi karakter olsa da hatırlamak istemeyeceğimiz bir olay örgüsü yaratılıyor etrafında.

Son olarak çevirilerinde ve yeni baskılarında çok da yenilenme yapılmayan kitabın önsözünde fazlasıyla spoiler bulunmakta, okumayanlara önsözü atlamalarını öneririm. Ayrıca dilin hala eski bir kullanıma yakın olduğunu da söylemek gerekir fakat anlaşılması da çok da zor olmayan bir kitap.


Her ne kadar Kürk Mandolu Madonna’nın arkasında kalmış olsa da, Kürk Mantolu Madonna’nın bir şaheser olduğunu da göz önüne alarak okunması gereken bir eser olduğunu düşünüyorum.

18 Mart 2014 Salı

Cehenneme Övgü


Totaliterizmin hayatın içinde nasıl yer aldığını,nasıl hayatı ele geçirdiğini ve hayatımızın nasıl totaliterleştiğini çok iyi bir şekilde anlatıyor Gündüz Vassaf. Günlük hayatın içerisinde totaliterizm ile karşılaştığımız anları derleyerek bu konular üzerinde yazılan denemelerden oluşan kitaptaki anlatım bazen farkında olduğumuz bazen ise farkında olmadan yaptığımız eylemlerin içerisinde nasıl bir totaliterizm olduğunu bize açıkça gösteriyor. Bu durumları okurken totaliterizmin hayatın ne kadar içinde olduğunu görüyoruz. Bazen bu durumdan rahatsız oluyoruz fakat Gündüz Vassaf’a hak vermeden de edemiyoruz.

Totaliter bir toplumda ve dünyada yaşadığımızı bize düşündüren ve bizi altına aldığı etkiden kurtulmamız için bize belirli bir süre vermeyen bir kitap. Bazen çok fazla abarttığını düşünerek okusak da Vassaf’ın değindiği her konuda illa ki hak verdiğimiz yerler olması da kaçınılmaz bir durum. Altı çizilecek ve üzerinde uzun uzun düşünülecek, saatlerce tartışılacak o kadar çok ifade var ki...

Totaliterizm ve ona bakış açıları açısından bilgilenmek, totaliter düzenin insanı kontrol altına aldığı noktaları fark etmek ve genel bir totaliterizm farkındalığı yaratmak için okunması gereken bir kitap. Gündüz Vassaf günümüzden çok önce yazdığı denemelerle günümüzü ve bugüne nasıl gelindiğini anlamamızı sağlıyor zira.
Altını çizdiğim yüzlerce cümleden yalnız ikisi:

“Radyasyondan çok birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar.”(s.240)
Saul Bellow


“Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.” (s.245)  

Niyazi Karabulut

17 Mart 2014 Pazartesi

Kuytular

bazı günler olur
güneş doğmaz
bazı geceler olur
yıldızlar parlamaz 
penceremde yitik bir beste kalır
kalbimde buruk bir heyecan kıvranır
umudunu yitirmiş kuşlar konar pervazlarıma
her birisi yoldaşımdır o gece
sızılarla dolar kalp atışlarımız
dumanla donanır ciğerlerimiz

bir gece tandık bir ses duyulur kuytularından
ahenksiz çınlamalar doldurur kulaklarımı
bir gece çıkagelirsin bu şehrin tenhalarından
gözlerimle ıslatırım kurumuş dudaklarını

düşlerim bölünür bir sabah
uykusuz sıyrılırım düğümlerimden
ellerim tutuşur 
bakamam
bilsem ki 
sınırsız değildir hayallerim
bilsem ki bitimsizdir gerçeklerim
gecelerden sıyrılır
gündüzlere doluşurum

uykusuzluğumu bölüşürüm 
yarım bıraktığım sigaralarımla

kalbimi bölerim bahar kuşlarına

sevgimi paylaşırım
yarısı "dolu" bardaklarımla

sanrı nöbetlerinde kayboldukça gerçeklerim
dünyamı dolduruverirsin ansızın
bilincimden sıyrıldıkça düşüncelerim
dumanlarıma karışırsın arzulamaksızın

tanımadan da sevebilirim bazı duyguları
lakin tanımadan sevilmez insanlar
yaşamadan da özleyebilirim bazı hatıraları
lakin yaşamadan özlenmez insanlar


kavuşmaların arefesinde yaşar gibi
sürekli açık bekler kollarım
sanki her gece sönecekmiş gibi yıldızlar
daima açık kalır gözlerim
mehtabı dolduracak bulutlar
ilelebet ucundadır aklımın
ümitlerimde sınırsız bir güneş ışığı dolaşır
gizli saklı yaşatılan duygularıma
ömer boyu unutmayacağım anılarım karışır


gecelerden düşerim yalnızlıklarıma
umutlardan kurtulur kaygılarım
dünyanın en umarsız adamıyım bazen
zamanın geçmediği günler olduğunu
şafak vaktinin hiç bitmeyeceğini
yahut
ufukta bir martının süzüleceğini
düşünür dururum öylece

kimi zaman kaybolur giderim arasında dizelerin
kimi zaman kaybolur dizeler arasında gözlerimin

bazen hayat 
uzanamadığım bir dalıdır
en sevdiğim meyvenin
yahut hiç sevmediğim
lakin almak istediğim
bir dikendir ulaşamadığım.

sakınmadan dolaşırım arasında gecelerin
yarasaların çemberlerini içinden geçerim
ne bir haber alırım
ne de bir haberi vardır benden ulakların
sessizce dolaşırım şehrin tenhalarında
her köşesnde bir adımım
her hatırasında bir silik adım
ve her yaşanmışlığında
unutulmuş bir hatıram vardır

beni aradığın kuytulardan kurtul sevdiğim
çünkü ben her zaman yüreğindeyim..

Niyazi Karabulut

Ahmet(d)

bir ahmed değildir kelimelerimdeki kudret
yeri inleten sessizliklerim
göğü çınlatan aydınlıklarım yoktur benim

Boynuma onur kolyesi diye taktığım
bir değersiz ip değildir özgürlüğüm
ve ölümsüzlüğüm.

Ama yalan değil susamışlığım yaşamalara
ve savunmasızlığım kitlelere karşı değil.

bir ahmet değildir elbet dizelerim
canımı almadı hiç yalnızlıklarım
hasretlerim pasaport taşımadı ceplerinde

gözlerimde yol yorunluklarını
alnımda vatan hainliklerini
taşımadım ben hiç.

ölesiye özlemedim hiç kimseyi ben
canımı almadı hiç uzaklıklarım
belki de bu yüzden
anlamadım gece yarısı vardiyalarını


Niyazi Karabulut

16 Mart 2014 Pazar

Şair Olurum

Ben olsam olsam
Şair olurum!
Dizeleri kirli elleriyle,
Dizeleri ince uçlu kalemiyle kirleten;
Seslendiği kitlesi kendi olan...
Biteceği meçhul cümlelerde bugünleri,
Üç noktalı heyecanlarda
Hayalleri arayan bir şair...

Masaya attıkça şangırdayan
Tek bozuk parası,
Boğaza karşı bir bankta
Yarım sigarası,
Acımasız rüzgarda soğumuş
Simidi ve çayıyla...
Adımlarında ağır bir sükûnetle göçebe!

Kollarında bir ürperti...
Serin serin akşamüstü,
Ellerinde tütün kokusuyla
Yarım bir ekmeği bölüştü..
Tutarsızdı kelimeleri!
Biri diğerini,
Diğeri birini tutmazdı..
Ve mahçup.
İşte o bendim!
Olsam olsam şair olurdum.
Kayıtsızca tutuklu, kalıba sığmayan
Fakat kalıbından da çıkmayan.

Yapraklarla dolu yollardan
Koparıp serzenişini,
Çiçek açmış ağaçlara taşıyan;
Bir haykırışla içinde,
Tek kişilik şiirler yazan 
Bir şair...

Yaz geceleri,
Toprak damın üstüne uzanıp
Yıldızları seyrederken usulca
Yıldızlara özenen,
Bahar sabahları;
Uyanıp sabah ezanıyla
Şafak rüzgarlarına ithafen 
Efkarlı bi sigara yakan,
Kışın karlı yollarında 
Kirletmemek için 
Yolların beyaz örtüsünü,
Ayak izlerini takip eden,
Ve sonbaharda;
Sürüklenerek sapsarı yapraklarla
Merdivenlerden düşüp yollardan geçen...
Ve döneceği meçhul bir rüzgarla 
Kandıra'dan denize dökülen 
Bir şair olurum..

Köprünün ışıklarında
İlk parıltısını buduğu şiirleri,
Yavşak bir sinek gibi
Kalemine dolandığında 
Daha çocuk yaşta sanki..
Lakin bi delikanlı!
Aynalara hapis gözleri,
Dalgalı rüzgar gibi ve
İstanbul gibi hırçın saçları
Durgun gözbebeklerinde
Hep çakılı bir aşk...
Yağmura gebe bulutlar gibi 
Düştü düşecek.
Rüzgarda uçuşur misali
Çekip giden takvim yapraklarına inat,
Bugüne bugün diyen
Bir şair olurum.
Akşamları şiirle besleyen...

Tek bir yağmur damlasıyla 
Sırılsıklam olan;
Ve o mahur çabasıyla,
Kendi yağında kavrulan;
Geceleri sabah olur,
Öğlenleri elbet kararır diye
Vurup kendini imgeleme;
Dünyayı umursamayan
Mübalağakâr bir şair olurum!
Kirli kanı dar damarına sığmayan...

Ve evet olurum!
Olsam olsam
Tebessümü diline kilitli,
Dudağında kurumuş
Fincan dibi kahve telvesiyle
Ve nahoş sohbetiyle
Bir şair olurum.

Yalnız şehirlerin ve
Esrarkeş ciğerlerin
Pas tutmuş nefeslerinde
Kanlı mürekkebiyle
Islak sayfalara
Manasız kelimeler dolduran,
Sessiz sessiz
Koskoca bir şehirle vedalaşan,
Sorgulanmış ifadesiyle
Yorumsuz bir şair..
Kireçli duvarların berduşluğunda
Kesik bileklerine,
Gıcırdayan sandalyesine
Yahut antika duvar saatine
Küfrederek,
İsimsiz şiirler yazan..
Ne kendine 
Ne de şiirlerine söz geçiremeyen
Bir şair olurum.
Donuk sayfalarda sesini dinleyen...


                            NİYAZİ KARABULUT

15 Mart 2014 Cumartesi

Bir de Sana

Adını pencerenin buğusuna kazıdım!
Bir yağmur damlasıyla kaybolup gitme diye
Her baktığımda pencereye , seni hatırladım
Bir an da olsa aklımdan kaçıp gitme diye!

Benim her akşam huzursuz bekleyişlerim vardı
Hep ödünç alınmış hayatlar yaşadım 
Senin her ılık nefesinde bir damla aşk vardı
Hep senden çalınmış bir kokuya aşıktım
Bir de sana

Deniz, dalgalarının altında saklardı seni
Gökyüzüyse karabulutların ardında
Gece karanlığında kaybederdi
Odalarsa kilitlerin ardında!

Ancak fakir bir yansımayla 
Yahut hayal gerçek arası bir oyunla 
Güzel yüzünü görebilirdim
Gölgeni bile ayıt ederdim!

Cıvıl cıvıl bir sokak gibiydi gözlerin
Beni benden alan bir şarkıydı saçların
Ay gibi parlardı gözlerin
Ve bir yıl gibi uzundu saçların!

Niyazi KARABULUT

13 Mart 2014 Perşembe

Antakya İzlenimleri



Hangi dili konuşuyorsunuz bayım?
Sigaranız var mıdır?
Bir sokak ötede evler büyüyor diyorlar
Acaba bir aslı var mıdır?

Her tarafta farklı evler görüyorum
Farklı sokaklar
Farklı insanlar...
Bu nasıl bir şehir beyefendi?
Burada herkes birbirini tanır mı?

İskenderun'dan kırk dakikalık bir yolculuk sonucu ulaşılıyor Antakya'ya. Medeniyetler beşiği Antakya'ya...
Kime sorsanız gösterir Kurtuluş Caddesini size. Kimseye sormasanız da bulursunuz elbet Kurtuluş Caddesini.
Antakya'nın merkezi bu caddedir zira. Şehrin her köşesine bu cadde üzerinden bir yol bulmak yahut tarif etmek mümkündür.
Asi Nehri'ne ister sırtınızı verin ister yüzünüzü dönün bu şehrin bu nehir tarafından ikiye bölündüğünü anlayabilirsiniz.
Asi Nehri Antakya'yı Eski Antakya ve Yeni Antakya olarak ikiye bölüyor. 
Eski Antakya ne kadar Eskiyi andırıyorsa Yeni Antakya da o kadar yeniyi resmediyor.
Bunu Mimari'den, yapılardan hatta insanlardan, dükkanlardan bile anlayabiliyoruz.

Genel bir bakışın ardından ilk durak olarak Arkeoloji müzesini seçiyoruz. 
Yahut Antakya Arkeoloji Müzesi tarihin yeni şanslı tanıkları olarak bizi seçiyor.
Çünkü gerçekten Türkiye'deki arkeoloji müzeleri arasında bu kadar küçük olup da kapsamlı olanı çok azdır.
Özellikle mozaiklerle yapılan işlemeler, duvar süsleri, mitolojik ve sanatsal eserler çok özel parçalar.

Müze çıkışında birine yol soruyoruz.
Dört dilde anlatıyor bize
Habib-i Neccar'ı.
Sonra biz anlamaya başlıyoruz
Habib-i Neccar Dağı'nı Farsça anlıyoruz
Camii'ni Türkçe.

Sonuç olarak dağın gölgesi altında Kurtuluş Caddesi'yle Kemalpaşa Caddesi'nin kavuştuğu kavşakta Habib-i Neccar Camii.
Habib-i Neccar Camii Anadolu'da yapılan ilk cami olmasıyla Müslümanlar için çok önemli.
Ayrıca orada asıl dikkatimi çeken şey daha çok Hrıstiyan ziyarteçilerin ilgi göstermesiydi. 
Sonradan öğrendik ki Hrıstiyanlar için de ayrı bir anlamı varmış buranın.
Gerçekten efsanevi bir hikayesi var Habib-i Neccar'ın. Habib-i Neccar Hz.İsa döneminde Antakya'da yaşayan bir marangozmuş (Neccar Arapça'da Marangoz demekmiş zaten)
Yasin suresinde de anlatılan olaya göre İsa havarilerinden Yuhanna(Yunus), Pavlus(Yahya) ve Barnabas'ı Antakya'ya gönderiyor ve Neccar da onların dinine iman ediyor.
Fakat Antakya halkı bu elçileri hoş karşılamıyor ve tutukluyorlar. Onları savunan Habib-i Neccar da tutuklanıyor.
Hepsinin işkence ile şehit edildiği anlatılan olayın sonrasında buranın adı Habib-i Neccar oluyor.
Hatta şu anda caminin avlusunda bulunan kabirlerin bu üç havariye ait olduğu da rivayet ediliyor.
Caminin içini ve türbeleri gezdikten sonra burada kazandığımız bilgileri de cebimize koyarak yolumuza devam ediyoruz.

Düz giden yollar
güneşin altında labirente dönüyordu.
kayalıklar kaplıyordu ara sokakların sonunu
çıkmaz sokakları dağlar kapatmıştı.

kapılara vurulan kilitlerin
yahut ecelsiz ölümlerin korkusuyla
bir tepenin zirvesine oyulmuştu St.Pierre.

içi oyulmuş tepeler garipti
ya da bize öyle geliyorlardı.
Saçma bir amaç için yapılmış olabilirlerdi
yahut içinde büyük aşklar mı vardı?

Merkezden düz bir yol uzanıyor St. Pierre kilisesine. Bu kilise Hrıstiyanlığın en eski kilisesi olarak biliniyor 
ve Hrıstiyanlar buraya hac yapmak için de geliyorlar.
Tepelerin içi oyularak yapılmış küçük hatta mağaramsı bir yapısı var kilisenin. 
Tepenin en üst bölgesine konuşlandırıldığı için çıkarken bir tırmanış yapmak gerekiyor.
Müze kartla girilebiliyor anack biz gittiğimizde yapının üzerine düşen kayalar nedeniyle tadilata alınmıştı.
Şanssızlığımdan içini göremesem de dış görünüş olarak da etkileyici bir yapı olduğunu söylemeliyim. 
Kayaların içi oyularak yapılan odalar ve onların dışarıya açılan küçük taştan pencereli çok etkileyiciydi özellikle.

Antakya genel olarak kalabalık mıdır?
Yoksa Uzun Çarşı mı çok ucuz.
Hey bayım! Siz hangi dili konuşuyorsunuz?
Arapça mı satılıyor bu şapkalar?
Ya bu künefe?
Türkçe mi yazılıyor yoksa Kürtçe mi?

Yolumuz düşmedi Uzun Çarşı'ya. Uzun Çarşı yolumuzun içinden geçti adeta. 
Antakya'ya gidip de içinden geçmeden, bir gezip görmeden, bir şeyler almadan çıkılamayacak bir yer Uzun Çarşı.
Antakya'ya özel olan herşeyi burada bulabiliyoruz.
Ayrıca bilindiği gibi Hatay Künefe'nin başkenti. İskenderun'da yemiştik ama Antakya'da da bir denedik.
Çınaraltı adlı küçük bi dükkanda Yusuf Usta künefenin üstadı imiş burda. 
Uzun Çarşı'nın çıkışında Antakya'nın tarih kokan sokaklarında geziyoruz.
Surlu duvarlar, kapılar ev daracık geçişlerle çok farklı bir havası var Antakya sokaklarının.
Son durak olarak zenginler mahallesi olarak ün kazanmış Hürriyet caddesinin alışveriş yapılması en uygun, 
en kalabalık dükkan nüfusuna sahip bölgesindeki Rum Ortadoks kilisesini seçiyoruz. Aziz Paul kilisesi olarak bilinen mekan Ortadokslar için önemli fakat çok eski bir yapı olduğu için yılın belli zamanlarında tadilata girmesinden dolayı kilise halkı tarafından eleştiriliyor. 
Süryani kilisesiyle karıştırmamak da lazım burayı ayrıca. Zira kime Ortadoks kilisesi yolunu sorsak süryani kilisesini tarif etti ve çok uzakta sandık. 
Ayrıca rivayetlere göre kilise etrafındaki dükkanların da birçoğunun sahibi konumunda.

Antakya'ya gidip görmek için o kadar çok neden var ki, hepsini sıralayamayacağım, zaten anlattıklarım da Antakya'yı anlatmak açısından yeterli olamaz.
Kesinlikle gidip görülesi bir yer Antakya. hem coğrafi, hem tarihi, hem beşeri açıdan çok zengin topraklar.
Böyle topraklarımız varken gidip görmemek de bizim ayıbımız oluyor bu durumda.

Antakya
Medeniyetlerin beşiği,
Farklı görüşlerin bir arada en iyi geçindiği coğrafya,
Farklı insanlar coğrafyası,
iyi insanlar coğrafyası.

Niyazi Karabulut

7 Mart 2014 Cuma

Klamendo 4 - Akdeniz Hikayeleri

Uyuyan güzelin bin yıllık uykusundan uyanırcasına Naxos’ta açtı gözlerini Klamendo. Gökyüzü Akdeniz kadar maviydi. İnsanlar çalışıp ekmeğini kazanmanın derdine düşmüşler, maviye aşık olamamışlardı. Lakin dışarıdan gelen herkes burada maviye aşık olurdu, herkesin olacağı gibi Klamendo da maviye aşık olmuştu burada. İnsanların gözleri bile maviydi. Vapurların biri yanaşıp görünürken, bir diğeri maviye gömülüyordu ansızın. Uçsuz maviliğin içerisinde kaybolan her gemi güvertesinde birbirine sarılmış aşk sözcükleri fısıldayan sevgililer veda ediyordu adaya. Klamendo parmak uçlarında ayağa kalktı. Saçlarının gökyüzüyle birleştiği düşüncesiyle ayaklarını denize soktu. İskeleye kadar ekonomik krizlerle boğuşan insanları teselli ederek yürüdü. Para maviden kazanılıyordu, yağmur da maviden geliyordu, siyaset de mavi üzerinden yapılıyordu bu adada. 
Öğlen vapuruyla Girit’e giden iki turiste arkadaş oldu Klamendo. Mavinin içinde kendisi de kaybolmak istemişti besbelli. Turist çift Girit’ten bahsediyorlardı. Aya Trini’ye düşecekmiş yolları, sonra başka Ege adalarına da gitmek niyetindelermiş. Lakin Klamendo’nun gözleri Naxos’a dalmıştı. Tepelerinde hala Zeus’un dolandığını görür gibi oluyordu gözleri her daldığında. Zas Dağı’nda hala Zeus’un çığlıkları yankılanıyordu sanki. Gözleri Naxos’a kitlendikçe Ariadne defalarca intihar ediyordu ve arkaplanda kulağına çalınan Richard Strauss’un Ariadne auf Naxos melodisi git gide sönükleşiyordu. Güneş yanaklarını kızartmıştı, hala hissedebiliyordu. Rüyada mı gerçekte mi olduğunu bilmiyordu ama vapurun düdüğü çalmışve herkes vapurdan inmiş yahut Klamendo güneşe doğru yaklaşmaktaydı. Rüya imiş demek ki.

Klamendo 3 - Akdeniz Hikayeleri

Taşların dans ettiği burçların gölgesinde kahverengi bir kanepenin üzerinde Dubrovnik’e açtı gözlerini. Başka şehirde uyanmanın ötesinde başka bir çağda uyandığını fark etti aniden. Antik çağların modern yerleşimini seyretmekten pek de ilgilenemedi insanlarla. Oysa hasır şapkalarının altında bir sürü tanıdık yüz vardı etrafında. Akdeniz’in dalgaları kale surlarını okşarken elli bin kişi Klamendo ile tanışmak için sıra bekliyordu. Savaşların gölgesinde büyümüş onca insan hala yabancılara kucak açabiliyordu. Fakat Klamendo bunu görmedi. Tarihin akışına karışmıştı saçlarındaki kıvrımlar, birden dört yüz kırk üç yıl Osmanlı’da yaşadı, Avusturya’ya bağlandı ve en son aklındaki çıkmazlarda demilitarize etti Dubrovnik’i. 

İşte o an gözlerinin içine tarihin ağır yüküyle bakan insanların yüzlerini gördü. Hepsi ona kucak açmıştı. Klamendo bir barış elçisi olduğunu zannetti kısa bir zaman için, lakin sonra taş duvarlarda kısa bir gezinti yaptı gözleriyle, sonra kısa bir gezinti daha, sonra bir daha, bir daha... Her bakışında ilk defa bakıyormuş gibi oluyordu. Etrafındaki her insanla daha önce tanışmış olduğunu anımsıyordu. Artık gitme vakti gelmişti demek. Güneşte yanmış bir taşın gövdesine koydu başını ve tarihin içine karışmış barut kokularını hissetmemeye çalışırken uykuya daldı.

Niyazi Karabulut

4 Mart 2014 Salı

Uçurtma Avcısı


Kabil'de yaşayan bir ‘Peştun’ olan Emir isimli çocuğun hikayesi Uçurtma Avcısı. Afganistan'da krallığın rejiminin bitiş dönemi, Sovyet işgali, Pakistan ve Amerika göçleri ve Taliban yönetimi dönemi gibi 
Afganistan’ın en karışık dönemlerinde geçiyor hikaye. Hikayenin temelinde Emir’in arkadaşı Hasan’la yaşadığı olaylar yatıyor. Hasan Emir’in çocukluk arkadaşı olmasının yanında aynı zamanda ‘Hazara’ bir hizmetçinin oğludur yani tüm hazaralar gibi toplumdan dışlanan bir çocuktur.

Yani kısacası Emir zengin bir aileden gelen bir ‘Peştun’ iken Hasan fakir bir aileden gelen ‘Hazara’dır ve bu durum iki arkadaş arasındaki hiyerarşiyi de belirler bi nevî. Hasan Emir’in yanında olduğu süre boyunca hep ona sadık kalmış ve onu sevmiştir ancak Emir Hasan’a karşı tam da öyle olmamıştır. Kabil’de her yıl düzenlenen ve insanların gözünde çok önemli olan uçurtma şenlikleri bu ikili arasındaki dostluğun saflığını, burukluğunu, güzelliğini, çirkinliğini, iyiliğini, kötülüğünü okuyucunun önüne çarpıcı bir şekilde seriyor. Bu hikaye temelinde hem Afganistan’ın yaşadığı zor dönemleri hem de bir hayat hikayesini anlatıyor Khaled Hosseini.

Okudukça insanın içine dokunan, içine yerleşen bir roman Uçurtma Avcısı. Okuyan çoğu kişiyi ağlatmıştır bile Hasan karakteri. Gerçekten saygı duyulacak ve dünya üzerinde olduğu düşünülüğünde iç burkan bir karakter yaratmış yazar. Bir uçurtma avcısının Afganistan şartlarındaki iç burkan hikayesi de diyebiliriz.

Lakin yine Bin Muhteşem Güneş’te olduğu gibi yazar Amerikan sevdasını yine açık açık kitabın içerisinde dile getirmiş. Hatta Afganistan’ı olduğundan çok daha fazla yobaz, gerici bir halk olarak göstermiş. Afganistan’da o dönemi hiç bilmeyip bu kitaptan okuyan insanlar Afgan insanlarının genelini ırkçı ve tecavüzcü olarak tanıyabilirler ve Taliban’ı da islam dünyasının silahı olarak göstermiş. Sanki islam Taliban’a silah kullanma misyonu yüklemiş gibi bir tavırla anlatılıyor kitapta Taliban. Bu kadar başarılı ve edebi açıdan kaliteli eserler yazan bir yazar için politik açıdan görüşlerini kitap içinde insanlara yerleştirmeye çalışmak gerçekten çok yakışıksız kalıyor bence.

Ancak insanın içine yerleştirdiği insanlık duygusu, dostluk duygusu ve yaşama duygusu açısından kesinlikle okunması gereken bir kitaptır Uçurtma Avcısı.

Kitabın en çarpıcı ve hayat boyu unutulamayacak cümlesi ise bence:


BİN TANE İSTE, SENİN İÇİN YAKALAYAYIM ! (Hasan, 1975)