28 Şubat 2014 Cuma

Istanbul Şiiri

İstanbul,
Eminönü’nde bir balık ekmektir
Çocukların ellerinde.
Gözleri önünde sallanan
O eski teknede…
Feshane’de bayram mutluluğudur
Harçlığını sayan çocukların.
Haliç kıyısında bindikleri
Bir çarpışan arabadır.

İstanbul,
Gülhane Parkı’nda bir sevgilidir
Koluma taktığım.
Topkapı Sarayı’ndan izlenerek
Binlerce volta attığım.
Kabataş İskelesi’nde yaktığım
Efkârlı bir sigaradır.
Ve her nefesi tüttükçe boğazda,
Kadıköy’e ulaşan bir dumandır.

İstanbul,
Heybeli’de açan narin bir çiçektir;
Kokusu Kınalı’ya vurur.
Ve Adalar’ını salıp üstüne
Marmara’yı susturur.
Çarşamba’da birkaç gecekondudur;
Bacasından zehir fışkırır.
Ve Belgrad’ta serin bir ormandır;
Ağaçları panzehir fışkıştır.

İstanbul,
Ulus Parkı’nda bir akşamüstüdür;
Ay ışığı içirir gözlerimize.
Ve karanlıkta perçemleri dökülür,
Gölgesiz bir boğaz köprüsüne.
Bir kaleden alıp dalgalarını
Garipçe’de ağlayan
Ve Çamlıca’da gözyaşını silen
Çekimser bir şehirdir.

İstanbul,
Yolunu kaybetmiş bir teknedir
Balat önlerinde.
Fener’e doğru yanaşır edepsizce
Akşamdan kalmış gibi
Sallantılıdır dümeni.
Ve her rüzgârda dağılır,
Yedi tepesinin her biri.

İstanbul,
Sur içinde bir rehindir.
Sokakları gözyaşlarıyla yıkanan
Yağmurdan bir nehirdir.
Ve tereddüt içinde koşarak
Sarayburnu’ndan denize atlayan
Masmavi bir intihardır.
İnsanlar ağlarken İstanbul’da;
Terminallerde, iskelelerde,
Otobanlarda ve havaalanlarında
İntihar vardır binlerce.
Çünkü İstanbul;
Tüm gişeleri kapatılmış
Tarumar bir ayrılık şehridir.


İstanbul,
Surları eskimiş bir saraydır.
Yahut harabe bir sarayın
Bahçesinde asırlık bir ağaçtır.
Yaprakları Beşiktaş’tan denize dökülür.
Ve kimi zaman yolunu şaşırıp
Sirkeci’den kalkan bir tren olur.
Yolcuları hüzün ve mutluluktur.
Çünkü İstanbul binbir zıtlıktır.
Eski ve yeni, zengin ve fakir
Hatta siyah ve beyaz gibi…

İstanbul,
Tophane’de bir nargiledir.
Dumanı kimi zaman Çemberlitaş’ta,
Kimi zaman Beyazıt’ta tüter.
Her marpuçta İstanbul kokar,
Tarih kokar, huzur kokar.
Yani bu şehir nargileyi tarihten almış,
Bugüne dek koynunda saklamış
Ve dünya değişmeden değişmeyecek
Osmanlı yadigarı bir medresedir.

İstanbul
Taksim Meydanı’nda bir anıttır;
Her gören onu tanır.
Gözlerinde derin bir aşk ile
Yorgun kuşlar gibi sallanır.
Zülüfleri düştüğünde İstiklal’e,
Hiç kimseyi takmaz olur.
Ve şafak sökerken,
Süleymaniye’den dağılan bir sabah ezanıdır.
Rami’de esnaf, Etiler’de şarkıcı
Aksaray’da tütüncü ve Nişantaşı’nda dolmuşçu
Aynı anda, aynı şehirde uyanır
Ve iste orası İstanbul’dur.


İstanbul,
Emirgan’da yapayalnız bir oltadır;
Her balıkçı elinde ister onu.
Yahut Bebek’te bir çay bahçesidir;
Yakamozlar bir bir aşık olur ona.
Konstantin’in en büyük mirasıdır
Ve Jüstinyen’in ve Mimar Sinan’ın
Ve Fatih’in.
Ve evet İstanbul benim şehrimdir;
Kocaman bir aynasıdır tarihin.



Niyazi KARABULUT

27 Şubat 2014 Perşembe

Bin Muhteşem Güneş


Khaled Hosseini’nin Afgan kadınlarına adadığı kitabıdır “Bin Muhteşem Güneş”.

Hikaye Afganistan’daki kadınların hikayesi olarak şekilleniyor ve gerçek hayata dair bir kurgu ortaya çıkıyor. 1974-2004 yılları arasında Afganistan’da kadın olmanın ve savaş döneminde Afganistan’da neler olduğunun gösterilmeye çalışıldığı güzel bir eser. Kitap dört ayrı bölümden oluşuyor ve iki ana karakter üzerinde şekilleniyor: Meryem ve Leyla. İlk bölüm Meryem’e ayrılırken ikinci ve dördüncü bölümler Leyla’dan bahsediyor. Üçüncü bölümde ise iki ana karakterin birlikte işlendiği kitabın bence en güzel bölümüdür.

İlk baş karakterimiz Meryem annesi Nana ile şehirden uzak bir köyde yaşıyor çünkü evlilik dışı bir ilişki sonucu doğmuş ve babası nadiren ziyaretine geliyor. Her ne kadar az geliyor olsa da babasını çok seven Meryem’in babasına olan sevgisi hikayenin bir nevi başlangıcı oluyor.

İkinci baş karakterimiz Leyla ise şehirde doğup büyümüş iyi bir aileye sahip fakat onun için de işler pek beklenildiği gibi gitmiyor.

Bin Muhteşem Güneş’in gerçekçi, acıklı ve kendisini insanın içinde hissettiren hikayesi gerçekten okunmaya değer. Hikayenin ilerleyişi, sosyal normlar üzerindeki yorumlar ve anlatılar insanı derinden etkiliyor. Khaled Hosseini her ne kadar Amerikan sempatizanlığını da kitabında sonuna kadar hissettirse de insana verdiği duygu yükü ve kazandırdığı bilinç için kesinlikle okunması gereken bir eser. Özellikle Raşit karakteri üzerinde yapabileceğimiz çözümlemeler erkek kadın ilişkilerinde ne gibi kriterler ve ne gibi değişmelerle karşı karşıya olduğumuzu bize gösterecektir


Son olarak kitabın ne kadar başarılı ve etkileyici bir biçimde bitirildiğinden bahsetmek istiyorum ki gerçekten kitabın sonunda finalin hakkını vermiş yazar. Hikayenin de sürükleyiciliğiyle kitabın sonuna kadar geldiğimizde kitabın bitişi bize kitabı okumuş olmanın hazzını yaşatıyor.

en sevdiğim kısmı:

  • Canını kurtarmış olmanın bedeliyse,kimin kurtaramadığını merak etmenin ıstırabıydı.

Oğullar ve Rencide Ruhlar


Alper Canıgüz’ün Tatlı Rüyalar’dan sonraki ikinci romanı “Oğullar ve Rencide Ruhlar”. Ana karakteri olan beş yaşındaki Alper Kamu tam da bizim toplumumuzda büyümüş de küçülmüş denilen tipe karşılık geliyor. Ama bizim kullandığımız anlamdan çok daha fazla büyümüş de küçülmüş hissi veriyor. Yetişkinlerden daha çok şey bilen, babası bulmaca doldururken onun çözemediği soruları söyleyen ve henüz 5 yaşında Oğuz Atay, Nietzsche, Dostoyevski okuyan bir çocuktan bahsediyoruz. Bir çocuğun dünyasından yetişkinlere yetişkince bakıyoruz kitapta böylece.

Alper Kamu anaokuluna gitmek istemeyen ve gitmemeyi başaran, memur olan anne babası işe gittiğinde sokağa çıkıp Kansız Celal (hayreti mucip yahu*) ve Cemalettin’le oynayan bir velet ayrıca.
Polisiye, fantezi, cinayet, mizah ve daha bir sürü şey aslında bu kitap. Hikayesinin ve karakterlerinin orjinalliği ile zekice kurgulanmış. Bölümlerin isimleri bile kendi başına insanın ilgisini çekmesine yetiyor. Böyle Uyurdu Zerdüşt başlığı bunun en güzel örneği... Aniden insanın yüzünde bir gülümseme oluşturabielecek hatta aniden bir kahkaha attırabilecek kapasitede bir mizah barındırıyor ayrıca kitap.

Yeni Türk Edebiyatı’nın örnek alınması gereken eserlerinden olduğunu düşündüğüm bu kitap kolay okunan, kolay güldüren, kolay şaşırtan bir roman. Alper Kamu’nun bu heyecan dolu hikayesini okumak insana farklı bakış açıları kazandıryor.

En sevdiğim kısma gelince bu kez Kitabın arka kapağından geliyor


* Kansız Celal karakterinin kitap okunduktan sonra dillere dolanan, dillere pelesenk olan, dillerden düşürülemeyen kalıp halindeki repliğidir “hayreti mucip”

24 Şubat 2014 Pazartesi

Tatlı Rüyalar



Tatlı Rüyalar Alper Canıgüz’ün ilk romanı. İlk... İlk olduğuna inanılamayacak derecede zengin olduğunu düşündüğüm bir roman.
Çift ana karakterli bir roman Tatlı Rüyalar. Ana karakterlerin ikisi de yalnız değiller ayrıcave ikisinin de etrafında dönen olaylar romanın gidişatını belirliyor

Batı romanında çokça kullanılan bir yöntemle olması beklenmeyen ama bir şekilde olması gereken şeylerin üzerine fazlaca eğilmiş bir roman. Şaşırtıcılığın ötesinde beklentileri beklenildiği gibi karşılayarak, normal roman dünyası üzerinde bir şaşkınlık yaşamamızı da sağlıyor.

Karakterler ve ünvanlar açısından zengin olmasına rağmen betimleyicilik açısından o kadar da sağlam değil. Kitap bittikten sonra bile karakterlerle ve laylarla ilgili bazı şeyler kafalarda soru işareti olarak bırakılmış. Nedensiz ve sebepsiz olan, sonucu belli olmayan çok fazla olay var eserin içinde. Artık bunu bilinçli olarak mı yapıyor Canıgüz yoksa ilk romanı olmasına mı yormalıyız onu bilemiyorum.
Son olarak da kısa ve okuma zevki veren sürükleyen bir kitap olduğunu söylerek ve tavsiye ederek kapatıyorum


en sevdiğim kısmı ise bu kez ilk sayfadan daha roman başlamadan önceki kısmından 


22 Şubat 2014 Cumartesi

Klamendo 2 - Akdeniz Hikayeleri

Uyandığı sahillerin kumunu okşardı Klamendo ve her sabah başka bir sahilini okşardı Akdeniz’in. Tek istediği sabahları uzun uzun iç çekmekti. Uyandığında ciğerlerine Akdeniz’in kokusu dolmuyorsa yaşaması mümkün değildi.

Dalgaların kumları yutmaya çalıştığı hoş bir gürültüyle açtı gözlerini Marsilya’ya. Elleri nasırlı balıkçılar denizi süzmeye çalışıyorlardı. Denizi çekenleri severdi Klamendo, çekemeyenleriyse hiç çekemezdi. Dalgaların gürültüsünde denizi seyredenler denizi içine çekmek istiyorlardı. Denizi içine çekmek isteyenlerle hemhâl olurdu Klamendo, dalgalardan kaçanlaraysa illet olurdu.

Birden sahil şeridinden mavi şapkalı bir adam yağmur getirdi. Şehirdeki tüm yabancılarla birlikte yağmuru seyrettiler. Ne garip ki hiç biri ıslanmamıştı. Deniz tarafından bir başka mavi şapkalı Fransız yağmur getirdi. Şehirdeki tüm yabancılar Klamendo’yla birlikte yağmurda ıslandılar. O kadar ıslandılar ki yağmuru görme şansları olmadı. Kimisinin teni başak sarısı, kimisininki kakao yaprağı tonunda olan bütün bu yabancılar hep birlikte Marsilya sahil şeridindeydiler o gün. Akdeniz kıyısı boyunca yetmiş kilometre yürüdüler. Hiç biri koşmaya yeltenmiyordu. Klamendo tüm bu yabancılarla birlikte Akdeniz boyunca yürüdü akşama kadar. Onlar yürüdükçe deniz de yürüyordu sanki. Onlar yürüdükçe çağdaş kahkahalar atıyordu martılar. Ve balıkçılar nihayet karınlarını doyurmuşlardı. Böylece akşam olmuştu.


Akşam olunca Marsilya’daki tüm insanlar Monte Kristo Kontu zannediyorlardı kendilerini, Klamendo bu şehre veda etmesi gerektiğinin farkına varıyordu böylece. Ama Klamendo gitmek istedikçe limana gemiler yanaşıyordu. Gemi filolarının en sevdiği limandı Marsilya Limanı. Her yeni gelen gemide Klamendo’nun zamanı daralıyordu. Her yeni gemide yeni yabancılar geliyordu şehre. Ne çok yabancı geliyordu bu şehre? Bu şehre daha fazla bağlanmadan, daha fazla insanın kafasında yer etmeden terk etmeliydi bir gün mutlaka geri geleceği bu şehri. Artık kesin bir veda etmesi gerektiğinin farkına varmıştı Klamendo zira uykusu da gelmişti, göz kapakları yavaş yavaş kapandı.

Niyazi Karabulut

18 Şubat 2014 Salı

Utrecht İzlenimleri




Utrecht Hollanda’nın 12 ilinden 4. en büyük olanı. Hollanda’nın gelişmiş tren ağı marifetiyle Amsterdam’dan 25 dakikada ulaşılabiliyor. Şehre gelip trenden indiğinizde kocaman bir tren istasyonunun ortasında buluyorsunuz kendinizi. Ortalama bir hava alanı büyüklüğünde olduğunu söyleyebilirim. Sabiha gökçenle bi’ kıyas yapabiliyor insan kafasında. Ayrıca harita üzerinden bakınca görülüyor ki Utrecht Hollanda’nın ve tren ağının tam ortasında konuşlanmış bir şehir. Tren yolu haritasına baktığınız zaman görüyorsunuz ki Utrecht'ten trene binerek Hollanda’nın her yerine ulaşmak mümkün.

Hollanda’nın ortasında bir şehir
Parsel parsel ayrılmış toprakları

Kanallar arasında sıkışmış
Ufacık bir tarih kokusu Utrecht

Otobüs ve tramvaya ulaşım tren istasyonuyla aynı bünye içerisinde sağlanıyor ve bu ulaşım araçlarıyla tüm şehre ulaşılabiliyor. Bu açıdan küçük ama etkili bir şehir olduğunu söyleyebiliriz. Zira insanlar genellikle toplu taşıma araçları yerine bir yerden bir yere bisikletleriyle ulaşmayı tercih ediyor. Takım elbiselisinden öğrencisine yaşlısından memuruna herkesi bisiklet sürerken görebilirsiniz Utrecht’te. Bunun sonucu olarak da şehrin her yerinde bisiklet parkları görmek mümkün. Hatta bir ucundan diğer ucu zor görünen devasa bir bisiklet otoparkına da sahip bu şehir. Ayrıca genel olarak mağazalar, dükkanlar ve bilumum ticari müessese saat akşam 6 olduğunda kapısını kapatıyor Utrecht’te. Perşembe akşamları hariç şehirde açık dükkan bulmak için bir hayli dolaşılması gerekiyormuş zira.

Şehir adeta pedal çeviriyordu
Kimsenin herhangi bir yere acelesi yoktu

Bisiklet yollarıyla çevrilmiş
Küçük bir tarih kentiydi Utrecht

Şehrin tarihi yapısı o kadar iyi korunmuş ki sokaklarda herhangi bir beton yığını ya da göz zevkini bozan yahut tarihi izlenim bırakmayan yapıya rastlamak neredeyse imkansız. Bununla birlikte şehrin düzeni de tarihi gibi muazzam bir seviyede korunmuş. Şehre yukarıdan ya da içinden bakmamız fark etmiyor. Evlerin dağılımı ve yerleşimi; yolların, su arklarının ve kanalların şehrin içinden geçerken şehri böldükleri parseller o kadar düzenli konumlandırılmış ki bizim gözümüzün alışması bile belirli bir zaman alıyor. Şehrin küçük olması şehirde yaşamayı da oldukça kolaylaştırıyor, tecrübeyle de sabittir ki kaybolunca aradığınız yeri bulmanız bir kaç dakikalık bir zaman alıyor. Fakat rüzgarlı ve yağmurlu havasının sertliği öyle kolay kolay alışılacak türden değil. Hava koşulları çoğu zaman insanı zor duruma sokacak cinsten.

Kaybolmanın imkansız olduğu sokaklarında
Kayboluyoruz Utrecht’in

Zaman daraldıkça yağmur çoğalıyor
Ve yağmur çoğaldıkça zaman genişliyor

Yağmurların rüzgarla seviştiğine karşın
Yine de yaşanası bir şehir Utrecht.

Kaybolma hikayesine gelince... Şehirde Utrecht Üniversity ve Utrecht Collage University(UCU) olmak üzere yakın isimli iki üniversite yer alıyor. İnsanlar daha çok Utrecht üniversitesini biliyorlar ve gideceğiniz yeri tarif ederken orası daha ön plana çıkıyor bu bağlamda. Fakat çok keskin bir ayrım var aslında bu iki üniversite arasında: Utrecht University 1636 yılında kurulmuş çok köklü bir üniversiteyken,  Collage 1998 yılında kurulmuş daha çok uluslararası üniversite olma amacıyla işlerini yürüten bir üniversite. UCU kampüsü ayrıca eski askeriyeden dönştürüldüğü için tarihi dokusu bile insanın orada okumak için heveslenmesinde yeterli diye düşünüyorum. Üniversitenin her binası bir tarih niteliğinde zira. Ayrıca sakinliği, yaşam kolaylığı ve eğitim zenginliği açısından okumak için de çok uygun bir şehir Utrecht. İnsanları sıcak ve cana yakın insanlar genelde. Özellikle benim yanlarında kaldığım öğrenciler beni evde yaşayan bireylerden neredeyse daha yüksek bi statüde tuttular diyebilirim. 3 günlük kısa bir zaman geçirmiş olmamıza rağmen çok güzel bir muhabbet kurduğumuzu düşünüyorum. Bunlara ek olarak etkinliklerin ve öğrencilerin zaman geçirebileceği mekanların da bol olduğu bir şehir, girdiğimiz her sokakta ve kanal boyunca uzanan yol kenarlarında bar ve kafe tarzı yerleri sıkça görebiliyoruz. Kanalların iç taraflarında, suyun hemen kenarında, açılmış bir çok restoran, cafe ve eğlence amaçlı mekanlar da bulunuyor ayrıca. Her ne kadar mekanın içinde yemek yemiş olsak da kanal suyunun akışının hissedildiği bir İtalyan restoranında yemek yedik biz de. Son olarak  Kanallarının ve tarihi dokusunun Amsterdam’a nispeten daha çekici ve daha iyi korunmuş olduğunu da ekleyebilirim.

Şehri kanallar bölüyordu her yanından
Ve masmavi korkuluklar

Birbirine karışıyordu kanalların suları
Çanlar çalıyordu su kenarlarında

Her bina bir diğerinin kardeşiydi
Şiir gibi diziliyordu köprüler
Yol kenarında fotoğraf çekinirken
Ansızın bir bisiklet geçiyordu

Herkes sakin gibi yaşıyordu
Işıklar parlıyordu kanal sularında

Utrecht şehir turu yapmak yaklaşık olarak bir saatimizi alıyor. Hollanda’nın en uzun kilisesi olan Dom Kilisesi ise şehrin en etkileyici yapısı. Çan kulesi olarak kullanılan DomKerk kulesi ve Dom Kilisesi aynı yapının iki parçası olarak karşımıza çıkıyor. Aralarına geçiş için yapılmış olan köprünün rüzgar nedeniyle iki kez yıkılıp daha sonra tekrar yapılamamış olması da en üzücü kısmı. Gerçek bir tarihi birikimin bir göstergesi olan bu yapıda ayrıca ışık oyunları da yapılıyor. Çan kulesinde çan sesleri geldiği anda yapılan ışık oyunları gerçekten etkileyici.

Akşam saatleri tenhalaşıyordu
Işıklar çan seslerinin ahengi oluyordu

Bize gelince...
Mütereddit fotoğraflarda
Bir kaç saniyelik enstantane idik

Rüzgar yüzümüze yüzümüze vuruyordu.

Yani Utrecht dediğimiz bir şirin şehir. İnsanları da sıcak insanlar soğuk havasına rağmen. Sokakta gördüğünüz herkesle İngilizce anlaşabiliyorsunuz mesela. Ancak Utrecht’te yaşamak ya da okumak ister miyim diye düşünürsem bir karara varamadığımı da söylemeliyim. Ama gidip görülünce insanın ufkunu genişleten bir yer olduğu da bir gerçek.


Yani Utrecht dediğimiz
Bir küçük şehir...
Bir ucundan bir ucu görünen
Kalabalık nedir bilmeyen
Bir mütevazi şehir

Bize gelince
Kanal sularından akıp giden
Bir kaç günlük heyecan idik


Yağmur yüzümüze yüzümüze vuruyordu.

Niyazi Karabulut

13 Şubat 2014 Perşembe

Klamendo 1 - Akdeniz Hikayeleri

Uyandığı şehrin adını önemsemezdi Klamendo ve her sabah başka bir şehirde uyanırdı. Tek sevgilisi Akdeniz’di. Uyandığında Akdeniz yakınlarında değilse yahut Akdeniz’in kokusunu duyamıyorsa yaşaması mümkün değildi.

Akdeniz’in kaynar bir kazan gibi kaynadığı bir Malaga sabahına açtı gözlerini. Yeşil bir kraliyet koltuğunda gri geceliğiyle uzanıyordu. Etrafından onlarca insan geçiyordu, hepsi ona selam veriyordu. Kraliyet koltuğu Malaga’nın orta yerindeydi, sokak ortasında yeni uyanmış bir halde ve üstünde geceliğiyle her geçen insanın dikkatini çekiyordu Klamendo. Etraftan yüzlerce insan geçiyordu, hepsi güler yüzlerle Klamendo’ya selam veriyordu. Klamendo Akdeniz’in kokusunu içine çekerken etraftan binlerce insan geçiyordu ve böylece hepsi gülümseyerek Klamendo’ya selam veriyorlardı. Bir buçuk milyon insan arasından şemsiye kullanmayanlar daha samimi görünüyorlardı. Yeşil gözlü ve çilli İspanyol erkekleri Klamendo’yu Alhambra Sarayı’na götürmek için birbirleriyle yarışıyorlar, Endülüs’ün Emevilerden sonra Romalılara da kucak açtığını anlatmaya çalışıyorlardı. Lakin hiç biri şemsiyelerle kısıtlamaya kalkışmıyordu onu.


 Güneşle sevişti, Akdeniz’le konuştu, şemsiye kullanmayan insanlarla sohbet etti gün boyu. Daha sonra insanlar şemsiyelerini açmaya başladılar akşam olunca, anlamsızca, nedensizce belki de amaçsızca. Ve Klamendo uyudu ansızın.

Niyazi Karabulut

6 Şubat 2014 Perşembe

Kürk Mantolu Madonna


Sabahattin Ali’nin öyküleriyle tanınmış olmasına şaşırdığımız romanlarının başında gelir Kürk Mantolu Madona. Böyle bir roman yazan bir adam nasıl öykücü diye nam salar. Zira romanın edebiyat tarihimizin sayılı romanlarından olduğu kanısındayım. 1943 yılında yayımlanmış olmasına rağmen hala güncelliğini koruyabilen, üzerinden 70 yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen hala bugünü anlatıyormuşcasına okuyabileceğimiz bir roman. Hala kitapçıların ve kitap satan internet sitelerinin çok satanlar listelerinde üst sıralarda yer bulması da bize bunu kanıtlıyor aslında.

Kürk Mantolu Madonna’da gerçekleşen olaylar ve yaşayan kahramanlar hemen başucumuzdaymışcasına bize yakın ve bir hayalimizin içinde geçiyormuş gibi bize uzak olabiliyorlar. Okuyucuyu duygunun ve olayın derinliğinin içerisine bu kadar sağlam bir dil kullanımıyla çekebilmesi kitaba saygı duymamızı gerektiren sayısız özelliklerinden sadece birisi. Karakterler arasındaki bağlantının kurulmasında kullanılan yollar gerçekten etkileyici, masal okuyormuş gibi hissettiren günümüz bağlantılarının aksine Sabahattin Ali bize adeta yaşanmış olayarı okuyormuş hissini verebiliyor. Kahramanların aniden peydah olmamaları da kitabın kurgusunu güçlü kılıyor.

İşlenilen aşk teması kahramanın hissettiklerini bize de hissettirebilen güçlü bir tema özelliği gösteriyor. Kitabın kurgusu içerisinde düşülen çıkmazlara biz okuyanlar da düşüp kitabı okuduğumuz sırada çözüm yolları aramaya başlıyoruz. Yeri geldiğinde Raif Bey’e akıl vermeye çalışıp, yeri geldiğinde de onun yaptıklarını kendi düşünce sistemlerimiz ve yaşama biçimlerimiz açısından yargılamaya koyuluyoruz.

Fakat kitapta en çok vurgulanan ve bence bizim de dikkatimizi çekmesi gereken en önemli unsur insanlar arası ilişkilerdir. İnsanların dış görünüşü, iç dünyası, yaşamdan anladıkları ne kadar farklılaşabilir bunu en iyi görebileceğimiz romanların başında gelir Kürk Mantolu Madanna. İnsanlar arasında kurulabilecek bağların hatta kurulmakta olan bağların nasıl kurallar eşliğinde ilerlediğini, dış görünüşlerine bakılarak insanlar arasındaki ilişki seviyesinin belirlenmesinin saçmalığını tüm açıklığıyla gösteren roman ayrıca insanlar arasında zaten kurulmuş olan bağların da zaman içinde nasıl değiştiğini bize gösterebiliyor. En önemlisi de bu ilişkiler içerisindeki insanları ve onların psikolojik durumlarını apaçık görebiliyor olmamız.

Kürk Mantolu Madonna hakkında anlatılabilecek o kadar çok şey var ki... Türk Edebiyatı’nın ne kadar sağlam eserlere sahip olduğuna şahit olmak açısından kesinlikle okunması gerektiğini düşünüyorum. Bir solukta okunabilecek ama devam eden zaman içerisinde sürekli beyninizde bir yer edecek olan bir roman zira.

İnsan pskolojisini, yani kendi kafanızın içindekileri, bulacağınız bu kitabı mutlaka okuyun.


En sevdiğin kısmı:

Niyazi Karabulut