25 Eylül 2014 Perşembe

Değişmeyen

Londra’dan İstanbul’a
saat dilimi değişirdi
hava durumları bile
belki ben bile değişirdim
ama hayalimdeki mavi gölgen
kattiyyen değişmezdi
adımlarım her nerde olsan
sana gelirdi
denize sürüklenen
sarı yapraklar gibi.
Niyazi Karabulut


11 Temmuz 2014 Cuma

Doğum Günleri V

Bugün senin doğum günün sevgilim.
Ben hala ellerin diyorum.
Mütemadiyen soğuk ve ürkek ellerin...
Seni yorgun akşamlarda,
Seni suskun devrim gecelerinde
Üşüten; soğuk ve uzun ellerin…

Doğum Günleri IV

Bugün diyorum, yalnızca senin değil
Bi’ ihtimal bizim doğum günümüzdür

Sokaklar biz yürüyebilelim
Ağaçlar gölgelerinde oturabilelim
Vapurlar biz binelim diye sırf
Ama yalnızca biz, bir başkası değil.
Bir başkası için değil köpürmesi
Marmara Denizi’nin
Bursa  kıyılarında
Yahut Heybeli koylarında
Yalnızca bizim için…

Bugün senin doğum günün değil piyanist parmaklım
Ama olsun vakit çok yaklaşıyor.

Doğum Günleri III

Yağmurlardan bir haziran yağmurudur
Islak bir şehir karşılar ellerini
Yollara güller serilmemiş
Sokaklara asma köprüler kurulmamış
Ve henüz benim haberim olmamıştır

Bugün senin doğum günün sevdiceğim
Islak bir İstanbul karşılıyor gözlerini

Niyazi Karabulut

4 Temmuz 2014 Cuma

Doğum Günleri II


Bugün bizim doğum günümüz sevgilim
Henüz öğrenmeye fırsatımız olmadı
Lakin
Ben bir vapur güvertesinde
Şiir şiir içime çekiyorum seni.

Yelkovanın akrebe tur bindirme hırsıyla
Çabucak geçiyor zaman
Ve bugün,
Tam da bu saatte
Senin doğum günün sevdiceğim
Ve ben seni düşündükçe
Dünyanın bütün renklerini biliyorum

23.06.2014

Doğum Günleri I

Bugün senin doğum günün güzeller güzelim
Bir ada vapurunun ıslak koltuklarında
Senin adın yazıyor
Ve ben
Binlerce ruh halimden
Binlercesini sana adıyorum bugün.

Niyazi Karabulut/ 22.06.14

15 Haziran 2014 Pazar

Sis ve Gece


Ahmet Ümit’in 1996’da yayınlanan eseri Sis ve Gece, yazarın ilk polisiye romanı. Bi’ nevi Ahmet Ümit’in kendine çizdiği yoldaki ilk ve en büyük adımı diyebiliriz. Dolayısıyla eğer hiç Ahmet Ümit okumamış biriyseniz bu kitapla başlamak en uygun başlangıç halidir. Daha sonra da polisiye romanlarının yayınlanma sıralarına göre gidildiğinde Ahmet Ümit’teki ve eserlerindeki gelişme çok açık bi şekilde görebilir. Gelelim Sis ve Gece’ye...

Sis ve Gece Türkiye’de polisiyenin gelişmesi yayılması ve okunması açısından önemi olan bir kitaptır. Ayrıca yabancı dile çevrilen ilk Türk polisiye romanı olması da bir diğer önemli özelliğidir. Dili sade olmakla birlikte, edebi bir kullanıma da yaklaşıyor. Ahmet Ümit’in dili edebi kullanma açısından henüz tam olgunlaşmadığı eserlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Yalnız kurgusu yazarın ilk polisiye romanı olması açısından gayet başarılı bir kurgu. Kurgunun yanısıra hikayenin içeriği ve konusu da ilgi çekicilik unsurunu sonuna kadar barındırıyorlar. Kitabın 2007 yılında filme uyarlanmış olması da kurgusunun ne kadar sağlam olduğunu gösteriyor zaten.

İçeriğe gelince, Milli İstihbarat Teşkilatı görevlisi Sedat ve aniden kaybolan Mine adlı karakterlerin yasak aşkı üzerinden kuruluyor romanın hikayesi. Eser genel olarak başkahraman Sedat, MİT ve Mine çevresinde sakin bir tonda ilerliyor. Sis ve Gece ismiyleuyumlu olarak olayların üzerindeki sis perdesi yavaş yavaş kalkıyor kitapta. Zatenuzun bir kitap değil Sis ve Gece içerikten daha fazla bahsetmemek lazım.

Sonuç olarak, Ahmet Ümit’e ve Türk polisiyesine başlamak için en uygun kitaptır Sis ve Gece.

En sevdiğim kısım 153. sayfasından :

Yağmurdan iki damla, kulaklarında küpe:
saçlarında sarhoş ikindi esintileri:
aysız gecelerin dantelleriyle örülü kirpikler:
dudaklarında pembe kanatlı bir kelebek:
tenin sabah güneşinde buğday rengi:
gözlerinde kıvranan derin siyahi istek...
Biraz eğ başını, hafifçe gülümse, oldu.
Işık uygun, harika bir fotoğraf olacak bu;
bir de fonda şu cüzamlı yeryüzü olmasa!
Ah, kurumuş deniz toprağındaki gümrah baca!
Ah, aç yolcuları taşıyan ekmekten tekne
yine de seviyorum seni sakın kıpırdama!


1 Haziran 2014 Pazar

Kızıl Nehirler



Fransız yazar Jean Cristophe Grange polisiye gerilimin dünyaca en çok tanınan isimlerinden birisi. Kızıl nehirler yazarın 2. kitabı ve ünlenmesinde en büyük rolü oynayan kitaplarından birisi.

Polisiye türünün genelde best-seller kategorilerinde kendisine yer bulduğunu ve edebi değerinin düştüğünü göz önüne alırsak Grange'ın bu durumun öncesinde değerlendirebiliriz. Hatta türün bu kadar ünlü olması ve herkesin eline düşmesi, belirli bir okuyucu kitlesinin belirlenememesi açısından etkisinin olduğunu bile söyleyebiliriz.
Gelelim Kızıl Nehirler'e. Kızıl Nehirler yazarın diğer kitaplarıyla karşılaştırıldığında bir çok benzerlik taşıyor olmasına rağmen akıcılık ev hikaye örgüsü açısından daha etkili bir roman.

Hikaye Fransa'nın bir üniversite kasabasındaki cinayetler etrafında şekilleniyor ve iki yönlü olarak ele alınıyor. Bu şekilde merak öğesini ve ilgi çekiciliğini güçlü tutuyor Grange. Hikayenin işlendiği karakterlerden birisi cinayetleri araştıran dedektif Pierre Niemas diğeri ise idealist polis Karim. Farklı bakış açılarından ve farklı hiyakeler üzerinden ilerleyen roman akıcılığını sonuna kadar kaybetmiyor.

Polisiye bir roman açısından kötü bir yön bulmak zor Kızıl Nehirler'de fakat edebi bir ürün olduğu göz önüne alındığında dilin kullanımı ve anlatım olanakları açısından biraz fakir bir eser olduğunu söyleyebiliriz.

Grange için ise şunu söylemeliyim ki gerçekten çok etkileyici ve kalıcı bir düzen oluşturuyor kendi tarzında. Fakat ilerleyen kitaplarında tarzının yerleşmesi ve artık okuyucuyu şaşırtma seviyesi düştüğü için bir yerden sonra üzerimdeki etkisi bitti diyebilirim.

Kitaptan ufak ufak:

Biz efendileriz, biz köleleriz.
 Biz her yerdeyiz, hem de hiçbir yerde. 
 Biz karar verenleriz.
 Kızıl Nehirlerin hakimiyiz.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Karadut Ağaçları

I

Yine iki aynı köşesindeyiz
Varlığın ve yokluğun

Sıra sıra dizilen karadut ağaçlarının
İnişli çıkışlı kaldırım taşlarının
ve manzarasız balkonların ıssızlığının
Yanından geçiyoruz

Sonra sen 
Bunca telaşın arasında tütün sarıyorsun bana

II

Yine tam da saatindeyiz
Gitmenin ya da kalmanın
Sükûtuna pay biçiyoruz
Boynunu eğmiş karadut ağaçlarının

Uğuldayarak bir rüzgar geçiyor yanımızdan
Sen üşüyorsun
Sana verecek bir ceketim yok
Zira
Her şair ceket giymeyi sevmez

III

Yine biraz ortasındayız
Olmanın ya da olmamanın
Giderken gelmeyi hesaplıyoruz gizlice
Gözleri önünde karadut ağaçlarının

Sonra yağmur senin boynuna değiyor
Ben sana atkımı sarıyorum
Zira
Her şair atkı takmak zorunda değildir.

Niyazi Karabulut

29 Nisan 2014 Salı

Sen Bilme Diye

Sabahları hala soğuk oluyor Ankara
Bil diye söylüyorum.

Mayıs’ın geldiğine bakma sen
Sabah ezanı hala kışın okunuyor.
Bil diye dinliyorum
Ben uyuyamıyorum da, bi’ mesele var

Bi’ de sen varsın pek muteber
Neden muteber olduğunu sorma
Sabah ezanı dinletiyorsun işte bana.
Bil diye söylüyorum
Uyku girmiyor gözüme.

Hem öyle sebep değilsin
Göz altlarımdaki morluklara.
Kronik onlar
Normal insan gözleri değil benimkiler
Ama seninkiler normal

Bilesin diye yazmıyorum
Sabahları çok soğuk oluyor
Üstelik pencerem açık,
Sigaram bitmiş,
Seni düşünüyorum

Aslında pek bi’ cürmüm de yok sana karşı
Ama kafama takılıyorsun işte
Sen bil diye değil
Öylesine yazıyorum bunları
Uyku girmedi gözüme de

Ufak bi' meselem vardı.


Niyazi Karabulut

16 Nisan 2014 Çarşamba

Uykuda

Rotasız bir gemideyiz sevgilim
Yolumuz uzun
Yolumuz yoksun
Sen
Hep asık çehreli kuşlara aldanıyorsun
Hep uykuda
Hem uyanık

Bazen
Şairlerin göremeyeceği şeyleri görür kadın gözlerin
Lakin
Anlatılabilecek tüm masallar anlatılmış
Söylenebilecek tüm şarkılar söylenmiş
Şarkılar uykuda
Masallar harap

Tüm şiirler okunmuş okunabilecek
Şiirler tahrip edilmiş
Şairler bitap

Şimdi sen uyuyorsun ya sevgilim
Kozalarını terkediyor bütün kelebekler
Sönmüş ateşlerin
Örselenmiş küllerinde
Gece harap
Gece tahrip
Aşk sözleri hep uykuda
Hem uyanık

Bazen
Yoksunluğundan utanıp
Kendi duygularına tercüman olamıyorsun sevgilim.
Umutla beklediğin tüm tarihler geçip gitmiş
Biletler yanmış
Takvimler dağılmış
Ucundan tuttuğumuz her ip kopmuş
Tel tel olmuş
Rotasız bir gemide
Kaybolup kaybolup kayboluyoruz

Şiirler okunmuş
Şarkılar söylenmiş
Şairler hep uykuda
Hem kıyamet
Masallar anlatılmış
Gemiler batmış
Sen hep uykuda
Hem uyanık
Hep güzelsin.

Niyazi Karabulut

Suç ve Ceza


İnsanlar ikiye ayrılır: Dostoyevski okuyanlar ve okumayanlar

Okuyanlar da ikiye ayrılır: Dostoyevski’yi anlayanlar ve anlamayanlar

Ve tabii ki anlamayanlar çoğunluktadır. Ben de onlardan biriyim zira. Anladığımı düşünsem bile, illa ki anlamadığım bir şey olmuştur diyedüşünüyorum eserlerindeki derinliğe şahit oldukça. Neyse gelelim Suç ve Ceza’ya.

Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı üzerine dünya üzerinde belki de milyonlarca yazı yazılmış, milyonlarca övgü yapılmış, milyonlarca eleştiri yapılmıştır. Tartışmasız dünya edebiyatının en büyüklerindendir Dostoyevski ve Suç ve Ceza da şüphesiz dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük en değerli eserlerindendir. Raskolnikov karakteri üzerine bile romanlar, tezler, ansiklopediler yazılmıştır. Bu roman hakkında yalnızca okurken düşündüklerimi hissettiklerimi yazabilriim, zira Suç ve Ceza’yı eleştirmek, Dostoyevski’yi yargılamak için gereken birikmişlik, entellektüel birikim, okumuşluk herkeste yoktur. Yalnızca hikayeyi takip ederek, kurguya kapılarak, akış içeresinde okunması gereken bir kitap değildir Suç ve Ceza, inanılmaz bir derinliği, ulaşılamaz bir dağarcığı vardır bu romanın.

Ana karakterimiz Raskolnikov dönemine göre çok derin bir adamdır. Belki bizim dönemimize göre de çok derin bir kahramandır hatta. Psikolojik incelemesini yapmaya kalksak sayfalar yetmez. Ama hikayenin içerisinde kendi üzerine alındığı gibi egoist, fakir ve manasızca davranan bir adam olmadığı kesindir. Tanrıya inanmaması ve toplumsal normlara karşı durması ile birlikte yaşamaktan ve yaşamdan da genel olarak nefret eden biridir. Paraya değer vermemesi en çarpıcı özelliklerinden birisidir. Fakir ama paraya değer vermeyen karakterler aslında edebiyatta ve sinemada fazlaca kullanılmıştır fakat Raskolnikov başka türlü bir adam, onun değer tanımı da farklı aslında, okumayan anlayamaz. Raskolnikov’un idealizmi bizlere de bir idealist bakış açısı kazandırır, alkin bu idealizmi ne kadar kazanacağımız Raskolnikov’un ruh haline ne kadar büründüğümüzle alakalı değidlri, hatta belki ne kadar zıt düştüğümüzle bile alakalı olabilir. Hem iyi hem kötü yanlarıyla bakabilmemiz gerekn bir kahraman Raskolnikov. İyi yanları her zaman daha ağır basacaktır elbette, ama bu kötü yanlarını da görmemizi engellememeli.

Hikayenin içeriğine gelecek olursak, Raskolnikov’un ruh haliyle şekillenen ve psikolojik derinliğiyle anlam kazanan hikaye Raskolnikov’un yaşam mücadelesini, yapmak istediklerini, hayatının şekillenmesini ve iç hesaplaşmalarını içeriyor. Ailevi meselelerdeki tutumuyla, arkadaşlık ilişkilerindeki umarsızlığıyla ve karar mekanizmasında yaşadığı çıkmazlarla hikayeyi oradan oraya çeken de her zaman Raskolnikov oluyor.

Raskolnikov’un iç hesaplaşmaları yavaş yavaş okunması gereken bu kitabın bitmesinin ardından hepimize bir şeyler katacak, düşünce ve duygu evrenimizi genişletecektir. Hayatın içinde olan acı ve sıradışılığın okuyucuya yansıtılması için yaratılmış en mükemmel kahramandır Raskolnikov. Dostoyevski’nin önünde saygıyla eğilmek için bir sürü nedene sahip oluypruz kitabı okuduktan sonra. Bize kazandırdıkları içinse bir de bir iç hesaplaşma içerisine sürükleniyoruz. Dünya edebiyatının bu kült kitabını derinlemesine okumak gerekiyor. İnce dokuyup sık elemek, herşeyi anlaya çalışmak gerekiyor. Belki her ne kadar anlayarak okusanız da benim gibi bir şeyler kaçırmış, anlamamış olabileceğinizi düşünmek de aslında kitabın bize katabileceklerinin ne kadar fazla olabileceğini gösteriyor

Bir kez daha Dosto’nun önünde saygıyla eğilerek...

Her şey insanın içinde yaşadığı ortama, şartlara bağlıdır. Her şeyi belirleyen çevredir, insansa bir hiçtir.

"Bence, gerçekten büyük insanlar, dünyada büyük acılar çekmek zorundadır."

İktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir.


Başarısızlığa uğradı mı, her şey aptalcadır.

15 Nisan 2014 Salı

Gizliajans


Gizliajans Alper Canıgüz’ün Oğullar ve Rencide Ruhlar’dan 4 yıl sonra çıkardığı kitabı. Absürd olaylar, abartı mizah, çarpıcı kurgu, mizahi anlatım, sürükleyicilik, sadelik ve sıradışı kahramanlar yani klasik Alper Canıgüz. İsminden de anlayacağımız üzere gizli bir ajansın odakta olduğu bir hikaye kurgulamış yazar fakat tek odak bu ajans değil. Hikayenin odağında birçok sıradışı kahraman ve sıradışı olay var. Başkahraman Musa bu gizliajansta çalışıyor ve şirketin sahibi “şeytan” isimli bir kedi. Önceki cümledeki absürtlük bile romanın içeriği hakkında bilgi vermek için yeterli. Fakat roman sürekli değişen olaylarla kurgulanıyor ve sürekli bizi başka olayların içerisine sokuyor. Musa’nın Sanem’e olan aşkı da kitabın bir diğer boyutu mesela, bu aşkı işleme biçimi de gayet başarılı Canıgüz’ün.

Okurken sürekli neler oluyor, nasıl yani gibi sorular soruyoruz kendi içimizde. Kitap bitene değin kafamızda sürekli soru işaretleri dolaşıyor ve kitap bittiğinde de kitabı bitirişine bir saygı duyarak, bir buruklukla elimizden bırakıyoruz Gizliajans’ı.
Bana göre Alper Canıgüz bu kitapla birlikte gelecek vaat eden yazar tanımlamasından kurtulmuş ve artık kült yazarlarımızdan biri haline gelmiştir. Artık kendi tarzını oluşturmuş ve okuyucunun beklentilerini karşılamakla birlikte onların karşısına her zaman farklı farklı biçimlerde çıkarak ve onları şaşırtmayı başararak edebiyatını ortaya koymuştur.

Okunası bir Alper Canıgüz klasiğidir Gizliajans. İnsana okuma zevki bahşeder.
Altını çizmeden geçemediklerim :

 “Borges ile Kemalettin Tuğcu'nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta bundan daha korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da yanılmışım."


“en güzel söz, tam zamanında söylenmeyen değil midir?

14 Nisan 2014 Pazartesi

Masumiyet Müzesi


Türk edebiyatının son zamanlarda yetişen süphesiz en büyük ustası Orhan Pamuk. Nobel ödüllü usta romancımızın romanlarını okuduğumuzda bu ödülü gerçekten hak ederek aldığını anlamamız zor olmuyor. Masumiyet Müzesi artık kendini kanıtlamış olduğu bir dönemde çıkarttığı ve kendi tarzına ve üslübuna aslında çok da yakın olmayan bir kitap. Daha önce yazdığı kitaplarla kıyasladığımızda anlaşılması en kolay, hikayesi en akıcı ve anlatımı en yalın olan kitabı da diyebiliriz bence. 2001 yılında yayımladığı Kar kitabından sonra uzun bir süre roman yayımlamayan Pamuk’un üzerinde 10 yıl çalışarak gerçek bir şaheser yarattığı eseridir Masumiyet Müzesi. Siyasal, ideolojik, sosyal, kültürel ve entellektüel birikimini böylesine yalın bir eserde bile  bize yansıtıyor Orhan Pamuk.

Kurgusu çok sağlam örülmüş Masumiyet müzesinin, gerçekçiliği ve gerçekliği bizleri kitabın içinde yaşatıyor adeta. 1970li yıllarda başlayan kitapta ilk önce 1970lerin İstanbul’una gidiyoruz, şimdiki İstanbul’la arasındaki farkları bir bir görerek neredeyse hikayenin geçtiği tüm sokakları ezberliyoruz. Gitsek kaybolmayacağımız bir şekilde sokak sokak, nokta nokta hikayenin içindeyiz ve gözümüzde canlandırdığımız yerler gidip göreceklerimiz ile aynı durumdalar. Ayrıca kesin tarihler vererek aktardığı hikayelerden, o günlerde yaşanan olayların hangi tarih hangi saatte yaşandıklarını öğreniyoruz, yanlış bildiklerimiz düzeliyor, bazen böyle bir şeyin kesin tarihi ve saati nasıl bilinebilir diyerek şaşırıyoruz.

“Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum.” cümlesiyle çarpıcı bir giriş yapıyor Orhan Pamuk kitaba ve ilk cümleden bizi kitaba bağlamış oluyor. Ayrıca bu ilk cümleyi unutmak da bir o kadar zor, üzerinden yıllar geçse de unutulmayacak bir cümle olarak zihnimize kazınıyor. 1975 yılında başlayan hikaye 2000li yıllara kadar uzanıyor. Az önce de belirttiğim gibi 1970li yıllara geri dönüş yapılarak giriş cümlesi ile başlıyor eser ve başkahramanımız tekstil zengini Kemal Bey. Kemal’in Füsun’a olan aşkı çevresinde ilerliyor hikaye. Yalnız Kemal’in Füsun’a olan aşkı(yasak aşkı)bizim bildiğimiz aşk anlamının çok ötesinde bir aşk. Bizim şu an kullandığımız aşk kelimesinin anlamını havada bırakan bir değeri var bu aşkın. Bir yanıyla Yeşilcam sinemasında kullanılan temalara da benzeyen, hatta Yeşilçam’da filmi çekilmiş olsa hiç de abes kaçmayacak olan hikaye, bence bir yeşilçam senaryosunun çok ötesinde. Zira kullanılan ayrıntılar ve işlenilen hikayenin derinliği bizi kitbı okurken sığ kalmaktan uzakta tutuyor sürekli.

Kitabın başında sevgilisi Sibel ile iyi bir ilişkisi olan tekstil zengini Kemal olarak tanıdığımız baş kahramanımızın Füsun ile karşılaşması romanın akışını başlatıyor. Sürekli Füsun’a yakın olma çabaları, evine misafir olarak gitmesi ve her seferinde gizlice onun dokunduğu bir eşyayı çalması aşkının en basit göstergeleri olarak çıkıyor karşımıza. Kitabın başlarında Merhamet Apartmanındaki dairede Kemal ile Füsun’un yaşadıkları belki de okurken Kemal için en çok mutlu olduğumuz zamanlar oluyor. Zira daha sonra Merhamet Apartmanı Kemal için yalnızlığı ve Füsun’a olan aşkı ile büyüyen koskoca bir tar,h haline geliyor, bir müze haline geliyor.Kahramanımız öyle bir aşk yaşıyor ki sevdiği kadının eşyalarını ve onu hatırlatan eşyaları biriktiriyor, hatta onun dokunduğu bütün eşyaları biriktirip saklayarak o eşyalarla birlikte yaşamak istiyor. Masumiyet Müzesi de buradan geliyor. Masumiyet Müzesi tamamiyle Füsun’un dokunduğu eşyalardan oluşuyor, öyle ki Füsun’un içtiği tamı tamına 4213 sigaranın izmariti müzede bulunuyor. Lakin elbette Füsun’dan yoksun. Hikayenin içeriğine daha fazla girmemek daha iyi olacak, zaten hikayenin karmaşası içinde benim buraya yazdıklarım o kadar sığ kalıyor ki...

28 Nisan 2012 tarihinde de hikayenin geçtiği Çukurcuma’da Kemal’in Füsun’un eşyalarını sakladığı yerde Masumiyet Müzesinin açılışı yapılarak müze gerçek hayata geçirilmiştir. Zira kitap içerisinde müzenin lokasyonunu gösteren bir harita ve müzeye girişlerde kullanılacak olan giriş biletini kapsıyordu. Kitabı okuduktan sonra hiç gitmemiş oraları görmemiş olsanız bile gözünüz kapalı gidip bulabileceğiniz bir yer olacak Masumiyet Müzesi.

Orhan Pamuk’un katı edebi ve betimleyici anlatım biçiminin, entellektüelitesini sonuna kadar kullandığı ve bazen okuyucunun anlamakta zorluk çektiği roman klasiğinin uzağında, okuyucuya hitap eden, okuyucunun içine yerleşen, belki aşkı belki de tutkuyu anlatan bu romanı okumak eminim herkese bir şeyler katacaktır. Diğer kitaplarını okumak için sabırlı bir okuyucu olmayı gerektiren Orhan Pamuk, bu kez sürükleyiciliği ile çıkıyor karşımıza.

En sevdiğim kısımlar


"Sonu mutlu biten bütün aşk hikayeleri,birkaç cümleden fazlasını hak etmez zaten!"
        












10 Nisan 2014 Perşembe

Güneş Vakti

Vaktimiz geldi sevgilim
Gece güneşe uzandı
Haydi söyle
Kim getirdi seni buraya

Anlat
Gece yarısı size ağlatılanları
Bir bir bana da ağlat

Durma, konuş
Bizi kim böyle esir etti
Bu gözlerindeki endişeyi anlamıyorum
Bu telaşın kime?

Saatimiz geldi bak
Haydi söyle

Sen mi doğurdun bu güneşi böyle.

Niyazi Karabulut

7 Nisan 2014 Pazartesi

Nisan Ayazı

Bekle,
Sandığın gibi değil hiç bir şey
Biz böyle arada arkadaşlarla
Çarpık kentlileşiriz.
Yahut nisan aylarında
Gece ayazına yorgun düşeriz.

Dur sevgilim,
Göründüğü gibi değildir hiç bir şehir
Biz Ankara’da böyle arada
Ayaza kesiliriz yaz aylarında
Yahut
Bahar aylarında, ne farkeder.

Bekle gözüm,
Öyle kapını her çalana açma
Rüzgar girer, üşürsün.
Ben seni bilirim
Yağmurdan korkarsın
Saçak altlarına üşüşürsün.

Bekle iki gözüm,
Sakın ha pencereni açma
Rüzgar girer koynuna
Kuşlara kıyamazsın bilirim
Konarlar pervazına

Dur
Gitme

Bir iki güne geldim geleceğim...

23 Mart 2014 Pazar

Klamendo 5 - Akdeniz Hikayeleri

Halikarnas Balıkçısı’nın “Merhaba Akdeniz” eserinde bir figüran olduğunu hissederek Bodrum’a gözlerini açtı. Etrafında geniş açılı bir bakış gezdirdi lakin nerede yahut hangi ülkede olduğunu anlayamadı. Yanından geçen neredeyse herkes farklı bir dilde konuşuyordu. Yüz bin nüfuslu bir şehirde yirmiden fazla dil konuşuluyordu ve kumsallar çıplaklığını unutmuş yüzlerce dostâne insanla doluydu, elbette burası Bodrum olmalıydı. Bunu anlamak için daha önce buraya gelmiş, burada bulunmuş olmak gerekmiyordu. O anda bir yerlerden MFÖ’nün Bodrum Bodrum şarkısı çalmaya başladı, hafif bir meltem esintisi yaladı elmacık kemiklerini, herhalde bir insan daha fazla huzurla dolamazdı. Heredot’un neden tarih bilimini burada başlattığını şimdi daha iyi anlıyordu.

Denizin içerisinde saklanan antik bir kale vardı, onu merak ediyordu Klamendo, lakin etrafındaki kimse merak etmiyor gibiydi. Turistler denizin ve Bodrum’un ihtişamlı uyumunun tadını çıkarmaya çalışırlarken bölgede yaşayan insanlar da turistleri ve götürecekleri üzerinden bir pay almaya çalışıyorlardı daima. Klamendo’nun yanından geçen bir turist rehberi memleketin gidişatını eleştirip hükümete küfür ederek Bodrum’u tanıtıyordu. Çünkü Bodrum herkese örnek olmalıydı, Bir Osmanlı camisinin bahçesinde kuşlara darı atabilir yahut St.Peter Kilisesinin yanında farklı farklı diller konuşan bir dolu insanla birlikte büyülenebilirdiniz. Hoşgörülü ve barışçıl olmanın bir sembolüydü Bodrum.

Güneşin kavuruculuğunun altındaki plajlara doğru ilerledi Klamendo. Birbirini tanımamasına rağmen aynı plajda büyük bir aile gibi tüm çıplaklığıyla eğlenen insanların arasına karıştı. Olabildiğince derin bir soluk alarak etrafında hissettiği huzur verici havayı ciğerlerine depoladı. Denize girmesine birkaç adım kala üzerinde hafif bir rüzgarla uçuşan tümü eflatun elbisesini tek hamlede çıkardı. Su altında kalmış onlarca tarihin arasında gezinen bir deniz kızıyla yatağını paylaştı ve güneş ışıklarının kırık çizgileri arasında derin bir uykuya daldı.

19 Mart 2014 Çarşamba

Kuyucaklı Yusuf

Kuyucaklı Yusuf Sabahattin Ali’nin 1937 yılında yazdığı ilk romanıdır. Bu romanda anadolu insanına ve anadolu insanının yaşantısına eğiliyor Sabahattin Ali. 1985 yılında Feyzi Tuna tarafından sinemaya da aktarılan eser okuyucu tarafından çok benimsenmediği gibi sinemada da çok etkili olamamıştır. Aslına bakılırsa tam da bir Türk filmi havasında bir hikayeye sahip olmasına rağmen filminin iş yapmamasını ve başarılı olmamasını sinemamızın eksikliğine vermek istiyorum. Zira bir Türk filmi için bulunamayacak bir senaryo niteliğine büründürülebilir bu kitap.

Velhasıl, kurgusu ve akışı açısından çok fazla eksiklikler olan Kuyucaklı Yusuf, sosyalist gerçekçi akımın türkiyedeki sayılı başarılı örneklerinden olması yönüyle karakterler ve karakterlerin iç dünyası açısından başarılı bir kitap. Hikayesinin okuyucuyu bağlaması çok kolay oluyor fakat kurgudaki ve akıştaki eksiklikler de okuyucuyu bazı kopuşlara sürükleyebiliyor. Tasvirlerin çok fazla kullanılması okuyucuyu yoruyor fakat tasvirlerin anlattığı ve açıkladığı durumlar esere ayrı bir derinlik katıyor. Yarım kalan ve neticesi belli olmayan kısımlar Sabahattin Ali’nin öldürülmesiyle mi alakalı yoksa ilk romanındaki acemiliğinden dolayı eksik bıraktığı şeyler mi onu biz de bilemiyoruz.

Anadolu insanı, anadolu yaşamı, yabancılaşma gibi kavramları işlemesiyle gerçek manada başarı yakalamış olması gereken eserin geçmişte ve zamanımızda okunurluğunun düşük olması da üzücü bir durum. Batılılaşma ve batı odaklı eserlerin baskın olduğu bir edebi dönemde batılılaşma teması yerine var olan sorunların gösterilmesi ve üzerine gidilmesi üzerine yoğunlaşmış bir eser ortaya çıkarmak da takdir edilesi bir durum yazar açısından.

Hikayeye gelecek olursak Aydın Nazilli yakınlarında Kuyucak isimli bir köyde başlayan hikayenin baş kahramanı hepimizin bildiği gibi Yusuf. Kaymakan Selahattin Bey ve karısı Şahinde hanımın Yusuf’u evlatlık edinmeleri ve ardından gelişen olayların konu edildiği eserde diğer önemli karakterler Yusuf’un yakın arkadaşı Ali ve Üvey kız kardeşi Muazzez. Bir de Şakir var tabi, her ne kadar çok iyi yaratılmış bi karakter olsa da hatırlamak istemeyeceğimiz bir olay örgüsü yaratılıyor etrafında.

Son olarak çevirilerinde ve yeni baskılarında çok da yenilenme yapılmayan kitabın önsözünde fazlasıyla spoiler bulunmakta, okumayanlara önsözü atlamalarını öneririm. Ayrıca dilin hala eski bir kullanıma yakın olduğunu da söylemek gerekir fakat anlaşılması da çok da zor olmayan bir kitap.


Her ne kadar Kürk Mandolu Madonna’nın arkasında kalmış olsa da, Kürk Mantolu Madonna’nın bir şaheser olduğunu da göz önüne alarak okunması gereken bir eser olduğunu düşünüyorum.

18 Mart 2014 Salı

Cehenneme Övgü


Totaliterizmin hayatın içinde nasıl yer aldığını,nasıl hayatı ele geçirdiğini ve hayatımızın nasıl totaliterleştiğini çok iyi bir şekilde anlatıyor Gündüz Vassaf. Günlük hayatın içerisinde totaliterizm ile karşılaştığımız anları derleyerek bu konular üzerinde yazılan denemelerden oluşan kitaptaki anlatım bazen farkında olduğumuz bazen ise farkında olmadan yaptığımız eylemlerin içerisinde nasıl bir totaliterizm olduğunu bize açıkça gösteriyor. Bu durumları okurken totaliterizmin hayatın ne kadar içinde olduğunu görüyoruz. Bazen bu durumdan rahatsız oluyoruz fakat Gündüz Vassaf’a hak vermeden de edemiyoruz.

Totaliter bir toplumda ve dünyada yaşadığımızı bize düşündüren ve bizi altına aldığı etkiden kurtulmamız için bize belirli bir süre vermeyen bir kitap. Bazen çok fazla abarttığını düşünerek okusak da Vassaf’ın değindiği her konuda illa ki hak verdiğimiz yerler olması da kaçınılmaz bir durum. Altı çizilecek ve üzerinde uzun uzun düşünülecek, saatlerce tartışılacak o kadar çok ifade var ki...

Totaliterizm ve ona bakış açıları açısından bilgilenmek, totaliter düzenin insanı kontrol altına aldığı noktaları fark etmek ve genel bir totaliterizm farkındalığı yaratmak için okunması gereken bir kitap. Gündüz Vassaf günümüzden çok önce yazdığı denemelerle günümüzü ve bugüne nasıl gelindiğini anlamamızı sağlıyor zira.
Altını çizdiğim yüzlerce cümleden yalnız ikisi:

“Radyasyondan çok birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar.”(s.240)
Saul Bellow


“Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.” (s.245)  

Niyazi Karabulut

17 Mart 2014 Pazartesi

Kuytular

bazı günler olur
güneş doğmaz
bazı geceler olur
yıldızlar parlamaz 
penceremde yitik bir beste kalır
kalbimde buruk bir heyecan kıvranır
umudunu yitirmiş kuşlar konar pervazlarıma
her birisi yoldaşımdır o gece
sızılarla dolar kalp atışlarımız
dumanla donanır ciğerlerimiz

bir gece tandık bir ses duyulur kuytularından
ahenksiz çınlamalar doldurur kulaklarımı
bir gece çıkagelirsin bu şehrin tenhalarından
gözlerimle ıslatırım kurumuş dudaklarını

düşlerim bölünür bir sabah
uykusuz sıyrılırım düğümlerimden
ellerim tutuşur 
bakamam
bilsem ki 
sınırsız değildir hayallerim
bilsem ki bitimsizdir gerçeklerim
gecelerden sıyrılır
gündüzlere doluşurum

uykusuzluğumu bölüşürüm 
yarım bıraktığım sigaralarımla

kalbimi bölerim bahar kuşlarına

sevgimi paylaşırım
yarısı "dolu" bardaklarımla

sanrı nöbetlerinde kayboldukça gerçeklerim
dünyamı dolduruverirsin ansızın
bilincimden sıyrıldıkça düşüncelerim
dumanlarıma karışırsın arzulamaksızın

tanımadan da sevebilirim bazı duyguları
lakin tanımadan sevilmez insanlar
yaşamadan da özleyebilirim bazı hatıraları
lakin yaşamadan özlenmez insanlar


kavuşmaların arefesinde yaşar gibi
sürekli açık bekler kollarım
sanki her gece sönecekmiş gibi yıldızlar
daima açık kalır gözlerim
mehtabı dolduracak bulutlar
ilelebet ucundadır aklımın
ümitlerimde sınırsız bir güneş ışığı dolaşır
gizli saklı yaşatılan duygularıma
ömer boyu unutmayacağım anılarım karışır


gecelerden düşerim yalnızlıklarıma
umutlardan kurtulur kaygılarım
dünyanın en umarsız adamıyım bazen
zamanın geçmediği günler olduğunu
şafak vaktinin hiç bitmeyeceğini
yahut
ufukta bir martının süzüleceğini
düşünür dururum öylece

kimi zaman kaybolur giderim arasında dizelerin
kimi zaman kaybolur dizeler arasında gözlerimin

bazen hayat 
uzanamadığım bir dalıdır
en sevdiğim meyvenin
yahut hiç sevmediğim
lakin almak istediğim
bir dikendir ulaşamadığım.

sakınmadan dolaşırım arasında gecelerin
yarasaların çemberlerini içinden geçerim
ne bir haber alırım
ne de bir haberi vardır benden ulakların
sessizce dolaşırım şehrin tenhalarında
her köşesnde bir adımım
her hatırasında bir silik adım
ve her yaşanmışlığında
unutulmuş bir hatıram vardır

beni aradığın kuytulardan kurtul sevdiğim
çünkü ben her zaman yüreğindeyim..

Niyazi Karabulut

Ahmet(d)

bir ahmed değildir kelimelerimdeki kudret
yeri inleten sessizliklerim
göğü çınlatan aydınlıklarım yoktur benim

Boynuma onur kolyesi diye taktığım
bir değersiz ip değildir özgürlüğüm
ve ölümsüzlüğüm.

Ama yalan değil susamışlığım yaşamalara
ve savunmasızlığım kitlelere karşı değil.

bir ahmet değildir elbet dizelerim
canımı almadı hiç yalnızlıklarım
hasretlerim pasaport taşımadı ceplerinde

gözlerimde yol yorunluklarını
alnımda vatan hainliklerini
taşımadım ben hiç.

ölesiye özlemedim hiç kimseyi ben
canımı almadı hiç uzaklıklarım
belki de bu yüzden
anlamadım gece yarısı vardiyalarını


Niyazi Karabulut

16 Mart 2014 Pazar

Şair Olurum

Ben olsam olsam
Şair olurum!
Dizeleri kirli elleriyle,
Dizeleri ince uçlu kalemiyle kirleten;
Seslendiği kitlesi kendi olan...
Biteceği meçhul cümlelerde bugünleri,
Üç noktalı heyecanlarda
Hayalleri arayan bir şair...

Masaya attıkça şangırdayan
Tek bozuk parası,
Boğaza karşı bir bankta
Yarım sigarası,
Acımasız rüzgarda soğumuş
Simidi ve çayıyla...
Adımlarında ağır bir sükûnetle göçebe!

Kollarında bir ürperti...
Serin serin akşamüstü,
Ellerinde tütün kokusuyla
Yarım bir ekmeği bölüştü..
Tutarsızdı kelimeleri!
Biri diğerini,
Diğeri birini tutmazdı..
Ve mahçup.
İşte o bendim!
Olsam olsam şair olurdum.
Kayıtsızca tutuklu, kalıba sığmayan
Fakat kalıbından da çıkmayan.

Yapraklarla dolu yollardan
Koparıp serzenişini,
Çiçek açmış ağaçlara taşıyan;
Bir haykırışla içinde,
Tek kişilik şiirler yazan 
Bir şair...

Yaz geceleri,
Toprak damın üstüne uzanıp
Yıldızları seyrederken usulca
Yıldızlara özenen,
Bahar sabahları;
Uyanıp sabah ezanıyla
Şafak rüzgarlarına ithafen 
Efkarlı bi sigara yakan,
Kışın karlı yollarında 
Kirletmemek için 
Yolların beyaz örtüsünü,
Ayak izlerini takip eden,
Ve sonbaharda;
Sürüklenerek sapsarı yapraklarla
Merdivenlerden düşüp yollardan geçen...
Ve döneceği meçhul bir rüzgarla 
Kandıra'dan denize dökülen 
Bir şair olurum..

Köprünün ışıklarında
İlk parıltısını buduğu şiirleri,
Yavşak bir sinek gibi
Kalemine dolandığında 
Daha çocuk yaşta sanki..
Lakin bi delikanlı!
Aynalara hapis gözleri,
Dalgalı rüzgar gibi ve
İstanbul gibi hırçın saçları
Durgun gözbebeklerinde
Hep çakılı bir aşk...
Yağmura gebe bulutlar gibi 
Düştü düşecek.
Rüzgarda uçuşur misali
Çekip giden takvim yapraklarına inat,
Bugüne bugün diyen
Bir şair olurum.
Akşamları şiirle besleyen...

Tek bir yağmur damlasıyla 
Sırılsıklam olan;
Ve o mahur çabasıyla,
Kendi yağında kavrulan;
Geceleri sabah olur,
Öğlenleri elbet kararır diye
Vurup kendini imgeleme;
Dünyayı umursamayan
Mübalağakâr bir şair olurum!
Kirli kanı dar damarına sığmayan...

Ve evet olurum!
Olsam olsam
Tebessümü diline kilitli,
Dudağında kurumuş
Fincan dibi kahve telvesiyle
Ve nahoş sohbetiyle
Bir şair olurum.

Yalnız şehirlerin ve
Esrarkeş ciğerlerin
Pas tutmuş nefeslerinde
Kanlı mürekkebiyle
Islak sayfalara
Manasız kelimeler dolduran,
Sessiz sessiz
Koskoca bir şehirle vedalaşan,
Sorgulanmış ifadesiyle
Yorumsuz bir şair..
Kireçli duvarların berduşluğunda
Kesik bileklerine,
Gıcırdayan sandalyesine
Yahut antika duvar saatine
Küfrederek,
İsimsiz şiirler yazan..
Ne kendine 
Ne de şiirlerine söz geçiremeyen
Bir şair olurum.
Donuk sayfalarda sesini dinleyen...


                            NİYAZİ KARABULUT

15 Mart 2014 Cumartesi

Bir de Sana

Adını pencerenin buğusuna kazıdım!
Bir yağmur damlasıyla kaybolup gitme diye
Her baktığımda pencereye , seni hatırladım
Bir an da olsa aklımdan kaçıp gitme diye!

Benim her akşam huzursuz bekleyişlerim vardı
Hep ödünç alınmış hayatlar yaşadım 
Senin her ılık nefesinde bir damla aşk vardı
Hep senden çalınmış bir kokuya aşıktım
Bir de sana

Deniz, dalgalarının altında saklardı seni
Gökyüzüyse karabulutların ardında
Gece karanlığında kaybederdi
Odalarsa kilitlerin ardında!

Ancak fakir bir yansımayla 
Yahut hayal gerçek arası bir oyunla 
Güzel yüzünü görebilirdim
Gölgeni bile ayıt ederdim!

Cıvıl cıvıl bir sokak gibiydi gözlerin
Beni benden alan bir şarkıydı saçların
Ay gibi parlardı gözlerin
Ve bir yıl gibi uzundu saçların!

Niyazi KARABULUT

13 Mart 2014 Perşembe

Antakya İzlenimleri



Hangi dili konuşuyorsunuz bayım?
Sigaranız var mıdır?
Bir sokak ötede evler büyüyor diyorlar
Acaba bir aslı var mıdır?

Her tarafta farklı evler görüyorum
Farklı sokaklar
Farklı insanlar...
Bu nasıl bir şehir beyefendi?
Burada herkes birbirini tanır mı?

İskenderun'dan kırk dakikalık bir yolculuk sonucu ulaşılıyor Antakya'ya. Medeniyetler beşiği Antakya'ya...
Kime sorsanız gösterir Kurtuluş Caddesini size. Kimseye sormasanız da bulursunuz elbet Kurtuluş Caddesini.
Antakya'nın merkezi bu caddedir zira. Şehrin her köşesine bu cadde üzerinden bir yol bulmak yahut tarif etmek mümkündür.
Asi Nehri'ne ister sırtınızı verin ister yüzünüzü dönün bu şehrin bu nehir tarafından ikiye bölündüğünü anlayabilirsiniz.
Asi Nehri Antakya'yı Eski Antakya ve Yeni Antakya olarak ikiye bölüyor. 
Eski Antakya ne kadar Eskiyi andırıyorsa Yeni Antakya da o kadar yeniyi resmediyor.
Bunu Mimari'den, yapılardan hatta insanlardan, dükkanlardan bile anlayabiliyoruz.

Genel bir bakışın ardından ilk durak olarak Arkeoloji müzesini seçiyoruz. 
Yahut Antakya Arkeoloji Müzesi tarihin yeni şanslı tanıkları olarak bizi seçiyor.
Çünkü gerçekten Türkiye'deki arkeoloji müzeleri arasında bu kadar küçük olup da kapsamlı olanı çok azdır.
Özellikle mozaiklerle yapılan işlemeler, duvar süsleri, mitolojik ve sanatsal eserler çok özel parçalar.

Müze çıkışında birine yol soruyoruz.
Dört dilde anlatıyor bize
Habib-i Neccar'ı.
Sonra biz anlamaya başlıyoruz
Habib-i Neccar Dağı'nı Farsça anlıyoruz
Camii'ni Türkçe.

Sonuç olarak dağın gölgesi altında Kurtuluş Caddesi'yle Kemalpaşa Caddesi'nin kavuştuğu kavşakta Habib-i Neccar Camii.
Habib-i Neccar Camii Anadolu'da yapılan ilk cami olmasıyla Müslümanlar için çok önemli.
Ayrıca orada asıl dikkatimi çeken şey daha çok Hrıstiyan ziyarteçilerin ilgi göstermesiydi. 
Sonradan öğrendik ki Hrıstiyanlar için de ayrı bir anlamı varmış buranın.
Gerçekten efsanevi bir hikayesi var Habib-i Neccar'ın. Habib-i Neccar Hz.İsa döneminde Antakya'da yaşayan bir marangozmuş (Neccar Arapça'da Marangoz demekmiş zaten)
Yasin suresinde de anlatılan olaya göre İsa havarilerinden Yuhanna(Yunus), Pavlus(Yahya) ve Barnabas'ı Antakya'ya gönderiyor ve Neccar da onların dinine iman ediyor.
Fakat Antakya halkı bu elçileri hoş karşılamıyor ve tutukluyorlar. Onları savunan Habib-i Neccar da tutuklanıyor.
Hepsinin işkence ile şehit edildiği anlatılan olayın sonrasında buranın adı Habib-i Neccar oluyor.
Hatta şu anda caminin avlusunda bulunan kabirlerin bu üç havariye ait olduğu da rivayet ediliyor.
Caminin içini ve türbeleri gezdikten sonra burada kazandığımız bilgileri de cebimize koyarak yolumuza devam ediyoruz.

Düz giden yollar
güneşin altında labirente dönüyordu.
kayalıklar kaplıyordu ara sokakların sonunu
çıkmaz sokakları dağlar kapatmıştı.

kapılara vurulan kilitlerin
yahut ecelsiz ölümlerin korkusuyla
bir tepenin zirvesine oyulmuştu St.Pierre.

içi oyulmuş tepeler garipti
ya da bize öyle geliyorlardı.
Saçma bir amaç için yapılmış olabilirlerdi
yahut içinde büyük aşklar mı vardı?

Merkezden düz bir yol uzanıyor St. Pierre kilisesine. Bu kilise Hrıstiyanlığın en eski kilisesi olarak biliniyor 
ve Hrıstiyanlar buraya hac yapmak için de geliyorlar.
Tepelerin içi oyularak yapılmış küçük hatta mağaramsı bir yapısı var kilisenin. 
Tepenin en üst bölgesine konuşlandırıldığı için çıkarken bir tırmanış yapmak gerekiyor.
Müze kartla girilebiliyor anack biz gittiğimizde yapının üzerine düşen kayalar nedeniyle tadilata alınmıştı.
Şanssızlığımdan içini göremesem de dış görünüş olarak da etkileyici bir yapı olduğunu söylemeliyim. 
Kayaların içi oyularak yapılan odalar ve onların dışarıya açılan küçük taştan pencereli çok etkileyiciydi özellikle.

Antakya genel olarak kalabalık mıdır?
Yoksa Uzun Çarşı mı çok ucuz.
Hey bayım! Siz hangi dili konuşuyorsunuz?
Arapça mı satılıyor bu şapkalar?
Ya bu künefe?
Türkçe mi yazılıyor yoksa Kürtçe mi?

Yolumuz düşmedi Uzun Çarşı'ya. Uzun Çarşı yolumuzun içinden geçti adeta. 
Antakya'ya gidip de içinden geçmeden, bir gezip görmeden, bir şeyler almadan çıkılamayacak bir yer Uzun Çarşı.
Antakya'ya özel olan herşeyi burada bulabiliyoruz.
Ayrıca bilindiği gibi Hatay Künefe'nin başkenti. İskenderun'da yemiştik ama Antakya'da da bir denedik.
Çınaraltı adlı küçük bi dükkanda Yusuf Usta künefenin üstadı imiş burda. 
Uzun Çarşı'nın çıkışında Antakya'nın tarih kokan sokaklarında geziyoruz.
Surlu duvarlar, kapılar ev daracık geçişlerle çok farklı bir havası var Antakya sokaklarının.
Son durak olarak zenginler mahallesi olarak ün kazanmış Hürriyet caddesinin alışveriş yapılması en uygun, 
en kalabalık dükkan nüfusuna sahip bölgesindeki Rum Ortadoks kilisesini seçiyoruz. Aziz Paul kilisesi olarak bilinen mekan Ortadokslar için önemli fakat çok eski bir yapı olduğu için yılın belli zamanlarında tadilata girmesinden dolayı kilise halkı tarafından eleştiriliyor. 
Süryani kilisesiyle karıştırmamak da lazım burayı ayrıca. Zira kime Ortadoks kilisesi yolunu sorsak süryani kilisesini tarif etti ve çok uzakta sandık. 
Ayrıca rivayetlere göre kilise etrafındaki dükkanların da birçoğunun sahibi konumunda.

Antakya'ya gidip görmek için o kadar çok neden var ki, hepsini sıralayamayacağım, zaten anlattıklarım da Antakya'yı anlatmak açısından yeterli olamaz.
Kesinlikle gidip görülesi bir yer Antakya. hem coğrafi, hem tarihi, hem beşeri açıdan çok zengin topraklar.
Böyle topraklarımız varken gidip görmemek de bizim ayıbımız oluyor bu durumda.

Antakya
Medeniyetlerin beşiği,
Farklı görüşlerin bir arada en iyi geçindiği coğrafya,
Farklı insanlar coğrafyası,
iyi insanlar coğrafyası.

Niyazi Karabulut